Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
2 posters
1 sayfadaki 2 sayfası
1 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Günler mi, geceler mi daha uzundur? Yoksa zamanın geçmesini sağlayan olaylar mı belirler saniyelerin önemini? Sevdiğinin elinden tuttuğunda mı geçer zaman hemen, yoksa ölüme giden şerefli bir savaşta mı? Hayat mıdır bu savaş yoksa ölüm sadece bir kaçış mıdır? Bir yalan. Bir kurtuluş belki. Bazıları için ölüm sadece zayıflar içindir. Ama mutlak bir gerçek vardır ki, ölüm herkes içindir. Şerefli mi yaşamak hayatı, yoksa bir amaç uğruna mı? Görevini yapıp, onurunu bir tarafa atan mıdır haklı yoksa evinde onuruyla açlıktan ölen mi? Bu denizde bunların hiç birinin değeri yoktur! Grand Line denen bu mezarlıkta ölümden başka bir düşünde yoktur. Hayatta kalma içgüdüsünden başka bir şey yoktur. Çünkü ölüm herkese gelecektir.
Günler ve haftalar geçmişti karargaha geldiklerinden beri. Eğitimler yapılıyor, adada turlar atılıyordu. İlk geldikleri günü hatırladılar.
Henry, nam-ı diğer END ya da az kişi tarafından bilinen Ejder Zac, göğsünde ki acılarla benzer denizi, benzer yollarla geçmişti. Çarkların yüzdürdüğü dalgasız, rüzgarsız ve hayatın olmadığı, sadece ölümün kol gezdiği denizi 4 günde aşmıştı. Karşısına korsan ve ya başka bir gemi çıkmamıştı. Arada sırada gemi büyüklüğünde devasa başlar çıkıyor bir şey yapmadan tekrar dalıyorlardı. Tüm gemi bir rüzgar, bir hava olayı ya da bir fırtına için belki dua ediyordu. Bu denizi bir an önce geçmek için bekliyorlardı. Sonunda uzakta bir yere yağmur bulutları göründüğünde gözcü sevinçle aşağı bağırmıştı. Yarım günden kısa sürede de sonbahar adası Shukyo Shidosha'ya ulaşmışlardı.
Adaya limandan girdikten sonra geniş taş bir liman, liman boyunca uzanan kafeler ve onların arkasında daha fazla kafe görmüştü Henry. Burası turistlere hitap eden bir yerdi. Yağmur ve sıcak hava beraberinde romantik yürüyüşleri getirmişti. Sahilde el ele tutuşan aşıklar, yeterince ıslandıktan sonra kafelere gidiyor karanlık köşelerde yiyişiyorlardı. Halk ise bu konudan şikayetçi görünmüyordu. Sahilde çiçek satan kadınlar, çekirdek çitleyen halk ve yağmurda gülüşen çocuklar. Ada dışarıdan bakıldığında tam bir mutluluk tablosu gibi görünüyordu. Tek sorun sahilde çömelerek oturan, Saçlarının yanlarını kesip enselerinden ölümüne uzatan, kaşları birleşik ellerinde ki tesbihlerle gelen geçen her kadına asılan krolardı. Resmi olarak bir suç işlemedikleri için kimse bir şey diyemiyordu...
Adada ilerledikçe yerleşim yerleri, daha da ilerledikçe zengin kesimin yaşadığı lüks evler yer alıyordu. Adanın merkezinde, yerleşim yerlerinin en uzağında ise neredeyse tüm tepeyi kaplayan Denizci karargahı bulunuyordu. Bu devasa karargah Grand Line'ın bu kısmındaki tüm adalara destek yollamak için sürekli asker bulunduruyordu. Adada 1 tane Kaptan, 2 tane binbaşı, 3 tane yüzbaşı ve diğer rütbelerden yüzlerce kişi vardı. Devasa karargah 7 bloğa ayrılmıştı.
Henry karargaha vardığında kapıda bekleyen Kaptan Gokibo Nosen kendisini karşılamış ve yanında ki bir ere devrederek yanından ayrılmıştı. Ayrılırken çok işi olduğunu belirtmiş ve özür dilemiş, en yakın zamanda kendisine görev verileceğini, adanın tadını çıkarmasını belirtmişti. Er karargahın A bloğundan girerek sağa ve sola uzanan koridorları göstermiş ve sola giden koridorun sırasıyla E, F, G bloklarına sağa giden koridorun ise sırasıyla B, C, D bloklarına gittiğini belirtmiştir. Bulundukları kattaki merdivenlerin Kaptan'ın odasına çıktığını belirtiyor. Aşağı inen merdivenler ise yatakhanelere ve yemekhaneye indiğini söylüyor. Tam karşılarında ise eğitim alanına çıkan kapıyı gösteriyor. Genel olarak her bloğun aynı düzende olduğunu söylüyor. Herkesin bulunduğu blokta yemek yemesi gerektiğini söyleyip, Henry'nin G bloğunda olduğunu söylüyor. G bloğuna kadar Henry'e eşlik ediyor. Rütbelilerin hepsinin kendi odası olduğu için 2 kata çıktıklarında Henry kapısının önünde temizlik yapan Fujiwara'yı görüyor.
3 günlük beklemeden sonra bir er gelip Henry'nin kapısını çalıyor ve Blok yetkilisi Yüzbaşı'nın kendisi ile görüşmek istediğini söyleyip gidiyor...
Out:
Henry, Fuji'yi kapının önünde gördükten sonra aranızda konuşabilirsiniz. Tanışmıyorsanız kafanıza göre..
Hayırlı olsun.
Günler ve haftalar geçmişti karargaha geldiklerinden beri. Eğitimler yapılıyor, adada turlar atılıyordu. İlk geldikleri günü hatırladılar.
Henry, nam-ı diğer END ya da az kişi tarafından bilinen Ejder Zac, göğsünde ki acılarla benzer denizi, benzer yollarla geçmişti. Çarkların yüzdürdüğü dalgasız, rüzgarsız ve hayatın olmadığı, sadece ölümün kol gezdiği denizi 4 günde aşmıştı. Karşısına korsan ve ya başka bir gemi çıkmamıştı. Arada sırada gemi büyüklüğünde devasa başlar çıkıyor bir şey yapmadan tekrar dalıyorlardı. Tüm gemi bir rüzgar, bir hava olayı ya da bir fırtına için belki dua ediyordu. Bu denizi bir an önce geçmek için bekliyorlardı. Sonunda uzakta bir yere yağmur bulutları göründüğünde gözcü sevinçle aşağı bağırmıştı. Yarım günden kısa sürede de sonbahar adası Shukyo Shidosha'ya ulaşmışlardı.
Adaya limandan girdikten sonra geniş taş bir liman, liman boyunca uzanan kafeler ve onların arkasında daha fazla kafe görmüştü Henry. Burası turistlere hitap eden bir yerdi. Yağmur ve sıcak hava beraberinde romantik yürüyüşleri getirmişti. Sahilde el ele tutuşan aşıklar, yeterince ıslandıktan sonra kafelere gidiyor karanlık köşelerde yiyişiyorlardı. Halk ise bu konudan şikayetçi görünmüyordu. Sahilde çiçek satan kadınlar, çekirdek çitleyen halk ve yağmurda gülüşen çocuklar. Ada dışarıdan bakıldığında tam bir mutluluk tablosu gibi görünüyordu. Tek sorun sahilde çömelerek oturan, Saçlarının yanlarını kesip enselerinden ölümüne uzatan, kaşları birleşik ellerinde ki tesbihlerle gelen geçen her kadına asılan krolardı. Resmi olarak bir suç işlemedikleri için kimse bir şey diyemiyordu...
Adada ilerledikçe yerleşim yerleri, daha da ilerledikçe zengin kesimin yaşadığı lüks evler yer alıyordu. Adanın merkezinde, yerleşim yerlerinin en uzağında ise neredeyse tüm tepeyi kaplayan Denizci karargahı bulunuyordu. Bu devasa karargah Grand Line'ın bu kısmındaki tüm adalara destek yollamak için sürekli asker bulunduruyordu. Adada 1 tane Kaptan, 2 tane binbaşı, 3 tane yüzbaşı ve diğer rütbelerden yüzlerce kişi vardı. Devasa karargah 7 bloğa ayrılmıştı.
Henry karargaha vardığında kapıda bekleyen Kaptan Gokibo Nosen kendisini karşılamış ve yanında ki bir ere devrederek yanından ayrılmıştı. Ayrılırken çok işi olduğunu belirtmiş ve özür dilemiş, en yakın zamanda kendisine görev verileceğini, adanın tadını çıkarmasını belirtmişti. Er karargahın A bloğundan girerek sağa ve sola uzanan koridorları göstermiş ve sola giden koridorun sırasıyla E, F, G bloklarına sağa giden koridorun ise sırasıyla B, C, D bloklarına gittiğini belirtmiştir. Bulundukları kattaki merdivenlerin Kaptan'ın odasına çıktığını belirtiyor. Aşağı inen merdivenler ise yatakhanelere ve yemekhaneye indiğini söylüyor. Tam karşılarında ise eğitim alanına çıkan kapıyı gösteriyor. Genel olarak her bloğun aynı düzende olduğunu söylüyor. Herkesin bulunduğu blokta yemek yemesi gerektiğini söyleyip, Henry'nin G bloğunda olduğunu söylüyor. G bloğuna kadar Henry'e eşlik ediyor. Rütbelilerin hepsinin kendi odası olduğu için 2 kata çıktıklarında Henry kapısının önünde temizlik yapan Fujiwara'yı görüyor.
3 günlük beklemeden sonra bir er gelip Henry'nin kapısını çalıyor ve Blok yetkilisi Yüzbaşı'nın kendisi ile görüşmek istediğini söyleyip gidiyor...
Out:
Henry, Fuji'yi kapının önünde gördükten sonra aranızda konuşabilirsiniz. Tanışmıyorsanız kafanıza göre..
Hayırlı olsun.
Grand Line Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 110
Kayıt tarihi : 21/01/16
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Hayatta ne yaparsan, sana bir şekilde geri döner derler. Peki nasıl döner? İyi mi kötü? Yoksa ne yaptığına mı bağlıdır bu? Karma denilen şey ile bağlantısı var mıdır? Hayattaki bu sorular zinciri bazen beni yoruyor. Bundan kurtulmanın bir yolu olsa keşke. Bazen bunu istediğimden dahi emin olamıyorum. Geçmişimde her şeyden kaçmadım mı? Bundan daha da öteye gidebilir miyim korkaklıkta ve küfürde? Yoksa hala hayatımın en düşük noktasına varamadım mı? Ne yapmalı? Korkuyla ve endişe ile dibe mi çökmeli yoksa yukarıya mı tırmanmalı, tırmanıp bulunduğum delikten çıkmalı mı? İşte bütün meselem, bu tek soruda saklıydı ve ben hala tatmin edici bir cevap bulamamıştım.
Grand Line, bütün korsanların hayallerinin geçtiği rota. Aynı zamanda hepsinin de yıkılacağı yer, çünkü denizciler burayı Dört Deniz'i korumadıkları gibi koruyorlar. Her büyük top burada sayılır, güçlü isimler, iyi gemiler. Fakat ben bu isimler arasında değildim. Çünkü sabırsızdım, kibirliydim. Gençtim ve kafam yeterince iyi çalışmıyordu. Hayatımı neredeyse bitirecek olan darbeyi aldığımda rütbem vardı, fakat artık hiç kimseydim. Burada olmak için bir sebebim yoktu. Niye bir denizci olmaya devam ediyordum ki? İşte bu sorunun cevabını biliyordum. Çünkü benim köklerim diğerlerinden farklıydı. Babamın kanı farklı bir yere dayanıyordu. Farklı bir adadan gelmeydi o. O adada öyle bir ırk yaşardı ki, korsanların en büyük düşmanlarıydı, bilseler de bilmeseler de. Bu ırkı kimseler bilmez, nadirdir. Z ırkı derler adına ve sadece denizci yetiştirir. Neden denizci peki? Bilmiyorum. Babam bana bunu öğretmedi. Yaşıma geldiğimde beni adaya götürüp orada eğitmek yerine kendi eğitti. Anneme verdiği bir sözle alakalı bir şeydi. Açıkçası o zaman pek dikkat etmemiştim ve şimdi, keşke etseydim diyorum. Bazı anlar geri gelmiyor, ne kadar yetenekli olursanız olun.
Kendi ırkıma dair bir şey daha bulmuştum, bir isim. Henry Z. Miller. Bizim ırktan olduğuna dair bir duyum almıştım. Peki nasıl almıştım bu duyumu? Basit, insanlar konuşur. Henry'nin kılıç yeteneklerine dair bir şeyler duymuştum ve bana çok tanıdık gelmişti. Bu teknikler bana öğretilenlere çok benziyordu. En azından rivayet edilenler... Ben de bunu öğrenmek istiyordum. Gerçekten kendi kanımdan, kendi ırkımdan birisini bulmuş muydum? Yoksa sadece abartılan bir yetenek miydi bu Henry? İşte bunu öğrenmek için ben de kendi rütbem dahilinde bir iş yapıyordum. Yerleri süpürüyordum!
Bir miço iseniz, çok da umursanmazsınız. Bu hakikattir ve doğru olandır. Çünkü bir miço büyük bir isim haline gelebilir ancak eğer miço iken doğru yönlendirilmezse yozlaşabilir. Yozlaşırsa neler olacağını düşünmek bile istemem ben. Bu sebeple bana yapılan muameleyi kesinlikle destekliyordum, yerleri süpürüp işi öğrenmeliydim ama kapıya doğru yanaşan üsteğmeni gözlerimin kenarı ile yakalayınca, neden burada olduğumu hatırlamış ve son bir süpürme hareketi ile bütün tozu pisliği kenara almıştım. Yıllarca tuttuğum katanadan daha farklıydı bu sopa ama kullanması kolaydı. Üsteğmen kapıya kadar gelene kadar bekledim. Hazır ol vaziyetinde, bütün ciddiyetim ile bekliyordum. Sert bir kafa selamını takriben sorumu sordum. "Üsteğmen Henry Z. Miller, siz misiniz efendim?" Bu sorudan sonra alacağım iki tepki olabilirdi, sinirli bir "Sana ne?" ya da meraklı bir "Evet, sen kimsin?". İkinciyi almak için bildiğim bütün tanrılara dua ediyorum demek isterdim ama bildiğim işini iyi yapan herhangi bir tanrı olmadığına göre, sakince ve heyecanlı bir şekilde bekleyecektim anlaşılan.
Grand Line, bütün korsanların hayallerinin geçtiği rota. Aynı zamanda hepsinin de yıkılacağı yer, çünkü denizciler burayı Dört Deniz'i korumadıkları gibi koruyorlar. Her büyük top burada sayılır, güçlü isimler, iyi gemiler. Fakat ben bu isimler arasında değildim. Çünkü sabırsızdım, kibirliydim. Gençtim ve kafam yeterince iyi çalışmıyordu. Hayatımı neredeyse bitirecek olan darbeyi aldığımda rütbem vardı, fakat artık hiç kimseydim. Burada olmak için bir sebebim yoktu. Niye bir denizci olmaya devam ediyordum ki? İşte bu sorunun cevabını biliyordum. Çünkü benim köklerim diğerlerinden farklıydı. Babamın kanı farklı bir yere dayanıyordu. Farklı bir adadan gelmeydi o. O adada öyle bir ırk yaşardı ki, korsanların en büyük düşmanlarıydı, bilseler de bilmeseler de. Bu ırkı kimseler bilmez, nadirdir. Z ırkı derler adına ve sadece denizci yetiştirir. Neden denizci peki? Bilmiyorum. Babam bana bunu öğretmedi. Yaşıma geldiğimde beni adaya götürüp orada eğitmek yerine kendi eğitti. Anneme verdiği bir sözle alakalı bir şeydi. Açıkçası o zaman pek dikkat etmemiştim ve şimdi, keşke etseydim diyorum. Bazı anlar geri gelmiyor, ne kadar yetenekli olursanız olun.
Kendi ırkıma dair bir şey daha bulmuştum, bir isim. Henry Z. Miller. Bizim ırktan olduğuna dair bir duyum almıştım. Peki nasıl almıştım bu duyumu? Basit, insanlar konuşur. Henry'nin kılıç yeteneklerine dair bir şeyler duymuştum ve bana çok tanıdık gelmişti. Bu teknikler bana öğretilenlere çok benziyordu. En azından rivayet edilenler... Ben de bunu öğrenmek istiyordum. Gerçekten kendi kanımdan, kendi ırkımdan birisini bulmuş muydum? Yoksa sadece abartılan bir yetenek miydi bu Henry? İşte bunu öğrenmek için ben de kendi rütbem dahilinde bir iş yapıyordum. Yerleri süpürüyordum!
Bir miço iseniz, çok da umursanmazsınız. Bu hakikattir ve doğru olandır. Çünkü bir miço büyük bir isim haline gelebilir ancak eğer miço iken doğru yönlendirilmezse yozlaşabilir. Yozlaşırsa neler olacağını düşünmek bile istemem ben. Bu sebeple bana yapılan muameleyi kesinlikle destekliyordum, yerleri süpürüp işi öğrenmeliydim ama kapıya doğru yanaşan üsteğmeni gözlerimin kenarı ile yakalayınca, neden burada olduğumu hatırlamış ve son bir süpürme hareketi ile bütün tozu pisliği kenara almıştım. Yıllarca tuttuğum katanadan daha farklıydı bu sopa ama kullanması kolaydı. Üsteğmen kapıya kadar gelene kadar bekledim. Hazır ol vaziyetinde, bütün ciddiyetim ile bekliyordum. Sert bir kafa selamını takriben sorumu sordum. "Üsteğmen Henry Z. Miller, siz misiniz efendim?" Bu sorudan sonra alacağım iki tepki olabilirdi, sinirli bir "Sana ne?" ya da meraklı bir "Evet, sen kimsin?". İkinciyi almak için bildiğim bütün tanrılara dua ediyorum demek isterdim ama bildiğim işini iyi yapan herhangi bir tanrı olmadığına göre, sakince ve heyecanlı bir şekilde bekleyecektim anlaşılan.
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Armut adasını hak ettiği huzura kavuşturup, bir buçuk aylık iyileşme sürecimin ardından Grand Line doğru yola koyulmuştuk adamım... Göğsümdeki yara genel olarak iyileşmiş olsada, doktorunda dediği gibi izi hep kalacaktı. Ne zaman sızlasa, hayatımın en kanlı ve en büyük sınavına ev sahipliği yapan armut adasını anımsayacaktım. East Blue'nun ejderi olarak bilinen Patrick ile yaptığım dövüşü unutmayacaktım. Bu dövüş insanların 'güç' dediği şeyin ne kadar mantıksız olduğunu fark etmemi sağlamıştı. Çünkü Patrick ile aramızda ne kadar da güç farkı olsada, pes etmeyip kazanmayı bilmiştim. İki insan arasındaki dövüşün kazanını güç belirlemiyor adamım, insanın içinde yatan iradesi belirliyor. Bu savaş bana sadece gücün ne kadar saçma bir şey olduğunu öğrenmemi sağlamadı, aynı zamanda gerçekleri görmemi sağladı. O yüzden gerçekliğe uyan adamım... çünkü bu dünyada hiçbir şey planladığı gibi olmaz. Yaşadıkça anlarsın ki bu gerçeklikte; yalnızca acı, çile ve anlamsızlık vardır. Adamım bu dünyada ışığın olduğu her yerde, daima gölgeler de olur... Kazananlar olduğu sürece de daima kaybedenler olacaktır. Anladım ki adamım, bencilce barışı arzulamak savaşa yol açar. Kinse... sevgiyi korumaktan doğar. Yeri geldiğinde insanlar, yardım uğruna can yakar. Bunlar değişmeyecek şeylerdir.
Calm Bet... Grand Line'a gittiğimiz yol, bu yoldu. Rüzgarın esmediği, deniz krallarının kol gezdiği; ölümün insanın teninde usulca dolaştığı bu sulara, insanlar Calm Belt diyorlardı işte... dört gün, tam olarak dört gün boyunca çarklı gemi ile, ara sıra ortaya çıkan deniz krallarının arasından ilerlemiştik. Mürettabat perişandı. Belki korktukları için, belkide ölümün ev sahipliği yaptığı bu uğursuz yerde daha fazla kalmamak için, ama perişanlardı. Bunları yüzlerinden okuyabiliyordum; ama yapabileceğim bir şey yoktu. Bu kendilerinin aşmaları gereken bir sabır sınavıydı ve benim emrim altında birer denizci olmak istiyorlarsa, bu basit sabır sınavı onlar için hiçbir şey olmalıydı. Ben şahsi olarak dört gün boyunca günün bir kısmını odamda kitap okuyup, bir şeyleri karalayarak geçirirken kalan diğer kısmını geminin ucuna geçip, denizi izleyerek geçiriyordum. Ve böylece dört gün benim için emrimdeki denizcilerin aksine çabucak geçip gidiyordu. Cubis bile sanırım bu dört günde bayağı sıkıntı çekmiştir ha?
Dört günün sonunda rotamızın sonu olan Shukyo Shidosha'ya adasına ulaşmıştık. İnsanların mutluluk kelimesine yeni bir anlam kattığı; sanki bizim yaşadığımız dünyadan, çok daha farklı bir dünyada yaşıyormuşcasına eğlenen insanlara ev sahipliği yapıyordu. Savaşlar, ölümler ve yakın gelecekte dünyayı vuracak olan o büyük savaşın gerçekliğinden soyutlaşmış gibiydiler. Hoş, bu insanlara kızmakla imrenmek arasında gidip geliyordum. Dünyanın bir sınırında insanlar açlıktan, savaştan ölürken burada ise insanlar gülüp eğleniyordu. Evet, en büyük haklarıydı gülüp eğlenmek ama bu benim inancıma göre yanlıştı. Yani benim hedefim dünyayı tek bir güç altına toplayıp, tüm ırkların ve insanların bir arada yaşadığı adil bir dünyaya dönüştürmek. Bir taraf kan ağlarken bir taraf mutluluk göz yaşı dökemezdi benim yaratacağım ütopyada, o yüzden kızıyordum bu insanlara; fakat bir yandan ise, imreniyordum. Her şeye rağmen gülebilmek de oldukça zor bir iş olmalıydı, o yüzde imreniyordum.
Tüm bunların yanı sıra, adadaki karargah oldukça büyüktü. Doğduğum adadaki karargahtan veya babamla Grand Line'da daha küçük bir çocukken seyahat ettiğim adalarda gördüğüm karargahlardan çok daha büyüktü. Bunun en büyük sebebi ise Grand Line'nın tamamını kaplayan kesimine asker desteği lazım olduğunda hızlıca sağlamak içindi. Yani bu adada, koca bir denizci ordusu bulunuyor desek pekte abartmış olmazdık sanırım adamım.
Cubis ve diğerleri ile yollarımız ayrılmıştı. Yani Cubis, karargaha gitmeden önce biraz adada takılmak istediğini söyleyip geride kalmıştı. Bense bir buçuk aylık bekleyişin ardından yeni görev arkadaşlarım ile tanışmak için sabırsızlanıyordum. O yüzden karargaha gitmiştim direk ve beni karşılayan Kaptan Gokibo Nosen ile tanışmıştım. Acelesi olduğundan olsa gerek pek fazla durmayıp, beni yanı başındaki denizciye teslim etmiş ve gözden kaybolmuştu. Sanırım böyle koca bir karargahın kaptanı olmak insanı aşırı yoğun bir tempoda çalışmaya zorluyordu.
Er, tüm blokları bana gezdirip karargahın genel işleyişini anlattıktan sonra odamın olduğu yere götürmüş ve ardından çekilmişti. Etrafıma şöyle bir baktığımda ilk dikkatimi çeken şey kapımın önünü temizlemekle meşgul olan miçoydu. Diğer bir şey ise, hemen yan tarafımdaki odanın kapısına asılmış olan tabelaydı. "Üsteğmen Ayberk Çırak." Sanırım kader burada da bizi birleştirmişti. Üstelik, şimdi aynı rütbede idik. Onu East Blue'da ki büyük savaştan beri, karargahta bile görmemiştim. Savaş onuda etkilemiş olmalıydı. En azından öyle düşünüyordum.
Derin bir nefes alıp, odama doğru yönelecek iken, miço dikkatimi çekmişti. Bana bakıyordu ve söylemek istediği bir şeyler var gibiydi. Nitekim, adımlarımı yavaşlatıp göz ucuyla onu süzdüğümde söylemek istediği şeyi söylemişti. "Evet ben deniz Henry Z. Miller, peki bana bu soruyu soran kim?" Miço dostum benim Henry Z. Miller olup olmadığımı öğrenmek istemişti. Elbette bu soruya dürüstçe ve düzgünce bir cevap verdim. Bir miço'nun neden benimle ilgilendiğini fazlasıyla merak ediyordum çünkü. Ayrıca, denizciliğin büyük bir kısmını miço olarak geçirmiş benim için, miçoların yeri ayrıydı. O yüzden sorusuna net bir şekilde cevap vermiş ve beklemeye koyulmuştum, bakalım ne olacak?
Calm Bet... Grand Line'a gittiğimiz yol, bu yoldu. Rüzgarın esmediği, deniz krallarının kol gezdiği; ölümün insanın teninde usulca dolaştığı bu sulara, insanlar Calm Belt diyorlardı işte... dört gün, tam olarak dört gün boyunca çarklı gemi ile, ara sıra ortaya çıkan deniz krallarının arasından ilerlemiştik. Mürettabat perişandı. Belki korktukları için, belkide ölümün ev sahipliği yaptığı bu uğursuz yerde daha fazla kalmamak için, ama perişanlardı. Bunları yüzlerinden okuyabiliyordum; ama yapabileceğim bir şey yoktu. Bu kendilerinin aşmaları gereken bir sabır sınavıydı ve benim emrim altında birer denizci olmak istiyorlarsa, bu basit sabır sınavı onlar için hiçbir şey olmalıydı. Ben şahsi olarak dört gün boyunca günün bir kısmını odamda kitap okuyup, bir şeyleri karalayarak geçirirken kalan diğer kısmını geminin ucuna geçip, denizi izleyerek geçiriyordum. Ve böylece dört gün benim için emrimdeki denizcilerin aksine çabucak geçip gidiyordu. Cubis bile sanırım bu dört günde bayağı sıkıntı çekmiştir ha?
Dört günün sonunda rotamızın sonu olan Shukyo Shidosha'ya adasına ulaşmıştık. İnsanların mutluluk kelimesine yeni bir anlam kattığı; sanki bizim yaşadığımız dünyadan, çok daha farklı bir dünyada yaşıyormuşcasına eğlenen insanlara ev sahipliği yapıyordu. Savaşlar, ölümler ve yakın gelecekte dünyayı vuracak olan o büyük savaşın gerçekliğinden soyutlaşmış gibiydiler. Hoş, bu insanlara kızmakla imrenmek arasında gidip geliyordum. Dünyanın bir sınırında insanlar açlıktan, savaştan ölürken burada ise insanlar gülüp eğleniyordu. Evet, en büyük haklarıydı gülüp eğlenmek ama bu benim inancıma göre yanlıştı. Yani benim hedefim dünyayı tek bir güç altına toplayıp, tüm ırkların ve insanların bir arada yaşadığı adil bir dünyaya dönüştürmek. Bir taraf kan ağlarken bir taraf mutluluk göz yaşı dökemezdi benim yaratacağım ütopyada, o yüzden kızıyordum bu insanlara; fakat bir yandan ise, imreniyordum. Her şeye rağmen gülebilmek de oldukça zor bir iş olmalıydı, o yüzde imreniyordum.
Tüm bunların yanı sıra, adadaki karargah oldukça büyüktü. Doğduğum adadaki karargahtan veya babamla Grand Line'da daha küçük bir çocukken seyahat ettiğim adalarda gördüğüm karargahlardan çok daha büyüktü. Bunun en büyük sebebi ise Grand Line'nın tamamını kaplayan kesimine asker desteği lazım olduğunda hızlıca sağlamak içindi. Yani bu adada, koca bir denizci ordusu bulunuyor desek pekte abartmış olmazdık sanırım adamım.
Cubis ve diğerleri ile yollarımız ayrılmıştı. Yani Cubis, karargaha gitmeden önce biraz adada takılmak istediğini söyleyip geride kalmıştı. Bense bir buçuk aylık bekleyişin ardından yeni görev arkadaşlarım ile tanışmak için sabırsızlanıyordum. O yüzden karargaha gitmiştim direk ve beni karşılayan Kaptan Gokibo Nosen ile tanışmıştım. Acelesi olduğundan olsa gerek pek fazla durmayıp, beni yanı başındaki denizciye teslim etmiş ve gözden kaybolmuştu. Sanırım böyle koca bir karargahın kaptanı olmak insanı aşırı yoğun bir tempoda çalışmaya zorluyordu.
Er, tüm blokları bana gezdirip karargahın genel işleyişini anlattıktan sonra odamın olduğu yere götürmüş ve ardından çekilmişti. Etrafıma şöyle bir baktığımda ilk dikkatimi çeken şey kapımın önünü temizlemekle meşgul olan miçoydu. Diğer bir şey ise, hemen yan tarafımdaki odanın kapısına asılmış olan tabelaydı. "Üsteğmen Ayberk Çırak." Sanırım kader burada da bizi birleştirmişti. Üstelik, şimdi aynı rütbede idik. Onu East Blue'da ki büyük savaştan beri, karargahta bile görmemiştim. Savaş onuda etkilemiş olmalıydı. En azından öyle düşünüyordum.
Derin bir nefes alıp, odama doğru yönelecek iken, miço dikkatimi çekmişti. Bana bakıyordu ve söylemek istediği bir şeyler var gibiydi. Nitekim, adımlarımı yavaşlatıp göz ucuyla onu süzdüğümde söylemek istediği şeyi söylemişti. "Evet ben deniz Henry Z. Miller, peki bana bu soruyu soran kim?" Miço dostum benim Henry Z. Miller olup olmadığımı öğrenmek istemişti. Elbette bu soruya dürüstçe ve düzgünce bir cevap verdim. Bir miço'nun neden benimle ilgilendiğini fazlasıyla merak ediyordum çünkü. Ayrıca, denizciliğin büyük bir kısmını miço olarak geçirmiş benim için, miçoların yeri ayrıydı. O yüzden sorusuna net bir şekilde cevap vermiş ve beklemeye koyulmuştum, bakalım ne olacak?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Bir tanrının olup olmadığını nasıl anlarsınız? Size yardım eli uzattığında mı? Dualarınıza cevap olarak gelen bir rüzgarla, bir yağmurla mı? Yoksa içinizi kaplayan olmuşluk hissiyle mi? Peki bu olmuşluk hissinin yüce bir varlığa ait olduğunu nasıl anlarsınız? Bu uzun süre aç kaldığınızda yediğiniz yemek ile aynı değil midir ki? Yemek de mi bir tanrıdır o vakit? Sorular ve sorular... Asla cevabı gelmeyen sorular. Kendimi bu sorularla yormak istemememe rağmen hala bu denli soru sormak niyedir ki? Sanırım kendime acı çektirmek istiyorum. Zihnimi boş yere dolu tutup endişe ile meşgul etmek istiyorum kendimi. Belki de zincirlerimden kurtulsam her şeyden kurtulacağım. Fakat değer mi ki?
Üsteğmen Henry, bana dönüp normal bir şekilde cevap vermişti. Gerçekten takdir etmiştim bu davranışını çünkü birazdan soracağım soruların cevaplarını bilmeye ihtiyacım vardı. Benim gibi miydi yoksa isminde Z taşıyan başka biri miydi? Fakat önce kibarlıklar, benim de ismimi sormuştu. Buna cevap vermezsem çok kabaca olurdu, ha? "Fujiwara Z. Tadasane." İsmimi söyledikten sonra varmam gereken yeri anlayacağını umuyordum Üsteğmen'in, çünkü ikimizin isminde de belirgin bir Z. vardı. Ama ben şansa bırakmayacaktım. "Üsteğmen'im, isminizdeki Z.'nin nereden geldiğini biliyor musunuz? Eğer bilmiyorsanız ve tahminlerim doğruysa, size anlatmaktan gurur ve onur duyarım. Fakat önce tahminlerimi doğrulamam gerek. Benimle arkadaşça bir kılıç dövüşüne ne dersiniz? Sadece bir şeyleri kanıtlamak için." Eğer kabul ederse onu eğitim salonuna götürecektim. Orada bolca tahta kılıç ve boş alan olurdu, hızlı bir kılıç düellosu yapmak için idealdi. Bir miçonun düello teklifini de kabul edecekse, ortada bir amaç olduğu için kabul ederdi. Ben de buna güveniyordum.
Üsteğmen Henry, bana dönüp normal bir şekilde cevap vermişti. Gerçekten takdir etmiştim bu davranışını çünkü birazdan soracağım soruların cevaplarını bilmeye ihtiyacım vardı. Benim gibi miydi yoksa isminde Z taşıyan başka biri miydi? Fakat önce kibarlıklar, benim de ismimi sormuştu. Buna cevap vermezsem çok kabaca olurdu, ha? "Fujiwara Z. Tadasane." İsmimi söyledikten sonra varmam gereken yeri anlayacağını umuyordum Üsteğmen'in, çünkü ikimizin isminde de belirgin bir Z. vardı. Ama ben şansa bırakmayacaktım. "Üsteğmen'im, isminizdeki Z.'nin nereden geldiğini biliyor musunuz? Eğer bilmiyorsanız ve tahminlerim doğruysa, size anlatmaktan gurur ve onur duyarım. Fakat önce tahminlerimi doğrulamam gerek. Benimle arkadaşça bir kılıç dövüşüne ne dersiniz? Sadece bir şeyleri kanıtlamak için." Eğer kabul ederse onu eğitim salonuna götürecektim. Orada bolca tahta kılıç ve boş alan olurdu, hızlı bir kılıç düellosu yapmak için idealdi. Bir miçonun düello teklifini de kabul edecekse, ortada bir amaç olduğu için kabul ederdi. Ben de buna güveniyordum.
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Fujiwara Z. Tadasane?
İşte şimdi gerçekten ilgimi çekmeyi başardığını söyleyebilirdim bu miço dostumun. Ailemin yani baba tarafımın kökeninden bahsedeceğinden söylüyordu bana, ama doğrusu karşımdaki bu şahsı daha önce görmediğimden emindim. Anne tarafındaki kuzenlerim ve akrabalarım ile geçmişte görüşmüşlüğüm oluyordu. Çünkü doğup büyüdüğüm ada annemin de doğup büyüdüğü adaydı. O yüzden annemin amcaları ve halalarının çoğu bizim adamızda yaşıyordu; ama baba tarafım için aynı şeyi söylemek pek doğru olmazdı. Şu yaşıma kadar babamın tarafından tek bir akrabamla bile görüşmüşlüğüm yoktu. Ve şimdi karşıma isminde Z. olan biri çıkıp, bana ailemle ilgili bilmediğim şeylerden bahsedeceğini söyleyince şaşırmadan edemiyordum; ama bu miço dostum ilk önce beni test etmek istiyordu. Yani eğer ağzındaki baklayı çıkartmasını istiyorsam, ona bir Z. Çocuğu olduğumu kanıtlamam lazımdı ve bunu dövüşerek test etmek istiyordu. İlginç gelebilir kulağa, acaba Zachariah'ın Z'siyle bir alakası mı var bu dövüşün?
"İlginç şeyler söylüyorsun dostum, ilgimi çektin. Sanırım bir idman dövüşünden zarar gelmez, sende kendine güveniyor gibisin, yapalım o zaman!"
Sözlerimin ardından derince bir nefes alıp, Fujiwara adındaki bu ilginç yeni arkadaşı takip etmeye başladım adamım. Bir müddet sonra ise bana karargahı gezdiren denizcinin bahsettiği eğitim alanına geldik. İçeri girdiğimizde, bir çok denizci eğitim yapıyordu. Oldukça ahenk içerisinde hareket eden denizciler eğitim alanına hoş bir hava katıyordu.
"Hey, bana iki tane idman için tahtadan katana getirir misin?"
Eğitim alanında aylak aylak gezen denizci erlerinden birini omzundan tutup, kendime doğru çekip bu sözleri söylememin üzerinden bir kaç dakika sonra isteğim yerine getirilmiş ve iki tane idman katanası ellerime geçmişti. Gerçi başta denizci eri tip tip beni süzmüş, ardından rütbeli bir denizci olduğumu anladığında söylediklerimi onaylamıştı. Şimdi ise bir grup kalabalık, dikkatlice bizi izliyordu. Sanırım bir rütbeli ile miço arasında her gün bir idman dövüşü olmuyordu.
Elimdeki tahtadan katanalardan birini karşımdaki Fujiwara'ya gönderdim ve ardından bir kaç kere havaya doğru tahta katanayı savurup elimi alıştırdım.
"Umarım gerçek bir kılıçla karşına çıkacağımı düşünmemişsindir? Kılıç bir öldürme aracıdır ve genelde sadece ölmeyi hak edenlere karşı kılıcımı çekerim."
Dedim ve kocaman bir gülümse yaydım yüzüme.
"Eh, hazırsan geliyorum."
Zachariah'ın Z'sinin ilk formunun, ikinci modeli olan Shidensen'i kullanarak dövüşe başlayacaktım. Bakalım ilgimi çeken Fujiwara, bu ilginin hakkını verebilecek miydi?
İşte şimdi gerçekten ilgimi çekmeyi başardığını söyleyebilirdim bu miço dostumun. Ailemin yani baba tarafımın kökeninden bahsedeceğinden söylüyordu bana, ama doğrusu karşımdaki bu şahsı daha önce görmediğimden emindim. Anne tarafındaki kuzenlerim ve akrabalarım ile geçmişte görüşmüşlüğüm oluyordu. Çünkü doğup büyüdüğüm ada annemin de doğup büyüdüğü adaydı. O yüzden annemin amcaları ve halalarının çoğu bizim adamızda yaşıyordu; ama baba tarafım için aynı şeyi söylemek pek doğru olmazdı. Şu yaşıma kadar babamın tarafından tek bir akrabamla bile görüşmüşlüğüm yoktu. Ve şimdi karşıma isminde Z. olan biri çıkıp, bana ailemle ilgili bilmediğim şeylerden bahsedeceğini söyleyince şaşırmadan edemiyordum; ama bu miço dostum ilk önce beni test etmek istiyordu. Yani eğer ağzındaki baklayı çıkartmasını istiyorsam, ona bir Z. Çocuğu olduğumu kanıtlamam lazımdı ve bunu dövüşerek test etmek istiyordu. İlginç gelebilir kulağa, acaba Zachariah'ın Z'siyle bir alakası mı var bu dövüşün?
"İlginç şeyler söylüyorsun dostum, ilgimi çektin. Sanırım bir idman dövüşünden zarar gelmez, sende kendine güveniyor gibisin, yapalım o zaman!"
Sözlerimin ardından derince bir nefes alıp, Fujiwara adındaki bu ilginç yeni arkadaşı takip etmeye başladım adamım. Bir müddet sonra ise bana karargahı gezdiren denizcinin bahsettiği eğitim alanına geldik. İçeri girdiğimizde, bir çok denizci eğitim yapıyordu. Oldukça ahenk içerisinde hareket eden denizciler eğitim alanına hoş bir hava katıyordu.
"Hey, bana iki tane idman için tahtadan katana getirir misin?"
Eğitim alanında aylak aylak gezen denizci erlerinden birini omzundan tutup, kendime doğru çekip bu sözleri söylememin üzerinden bir kaç dakika sonra isteğim yerine getirilmiş ve iki tane idman katanası ellerime geçmişti. Gerçi başta denizci eri tip tip beni süzmüş, ardından rütbeli bir denizci olduğumu anladığında söylediklerimi onaylamıştı. Şimdi ise bir grup kalabalık, dikkatlice bizi izliyordu. Sanırım bir rütbeli ile miço arasında her gün bir idman dövüşü olmuyordu.
Elimdeki tahtadan katanalardan birini karşımdaki Fujiwara'ya gönderdim ve ardından bir kaç kere havaya doğru tahta katanayı savurup elimi alıştırdım.
"Umarım gerçek bir kılıçla karşına çıkacağımı düşünmemişsindir? Kılıç bir öldürme aracıdır ve genelde sadece ölmeyi hak edenlere karşı kılıcımı çekerim."
Dedim ve kocaman bir gülümse yaydım yüzüme.
"Eh, hazırsan geliyorum."
Zachariah'ın Z'sinin ilk formunun, ikinci modeli olan Shidensen'i kullanarak dövüşe başlayacaktım. Bakalım ilgimi çeken Fujiwara, bu ilginin hakkını verebilecek miydi?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
İlgi çekmenin püf noktası, karşındakinin merak ettiği şeyi söylemek değildir. Bu her şeyi açığa çıkarmak olur. Benim yaptığım ve yapmayı sevdiğim şey, sadece biraz bilgi verip, karşımdakinin buna ilgi duymasını sağlamaktı. Onlar benim söylediğim şeyi merak ettiklerini düşünüyorlardı, oysa yaptığım şey, yepyeni bir merak duygusu uyandırmaktı. Asla ilgi çekmek için söylediğin bir şeyi, tamamen söyleme. Bırak, onlar merak etsin.
Bu taktik işe yaramıştı ve Üsteğmen hemen işe ilgi duymaya başlamıştı. Benin teklifimi kabul edip eğitim alanına gitmeyi kabul etmişti. Ben de onu eğitim alanına götüren koridorlardan geçirdim. Yol boyunca ikimiz de tek bir kelime dahi etmemiştik. Onun ne düşündüğünü bilmiyorum ama benim düşündüğüm şey belliydi; haklı mıydım? Ne olabilirdi bu maçın sonucu? Kazanıp kaybetmek umurumda değildi. Onun güçlü olup olması da. Onun kim olduğu benim umurumdaydı. Eğer teknikleri biraz biliyorsa bile bu bir şeyleri kanıtlayacaktı.
Eğitim salonuna girdiğimizde gördüğüm manzara her zamanki ile aynıydı. Eski karargahlarımdan daha büyüktü, ama kalabalık aynıydı. Her köşede çalışan askerler, sağlı sollu farklı silah deneyenler, boyundan büyük silahlar ile komik olmayan çalışan bazı kişiler... Buralar asla değişmiyordu. Tam iki katana almaya gidiyordum ki Üsteğmen başkasından istemişti bile. Genelde işleri ben yapmaya alışık olduğumdan bana tuhaf gelmişti ama o da sonuçta hizmet edilen birisiydi. Ona göre normaldi.
İkimiz de yerlerimizi aldığımızda kılıçlardan birini bana fırlattı rakibim. Kılıcı rahatlıkla tuttum, tek bir hamlede elime yerleştirdim ve pozisyon aldım. Tahta kılıç kullanma felsefesini açıkladığında kafamla onayladım, ben de normal kılıç kullanmayı beklemiyordum en nihayetinde. Ve sonunda başlamıştı. Sözlerinden sonra yere düşmeye başladığında saliselik bir şaşırmanın ardından ben de kendimi yere bıraktım. Shindensen... Yıldırım Formu demek? Anlaşılan doğru yerdeydik. Yere paralel iken göz göze geldiğimizde, ikimiz de anlamıştık ne olduğunu. Yerden birer yıldırım gibi fırlayıp kılıçlar tam güçle birbirine çarptığında odun dayanıklılığının sınırlarını zorluyordu. Çarpıştığı yerden iki katana da çatırdıyordu. Sakin bir hamle ile kılıcı yana doğru çevirdim ve güç vermeyi kestim. Bu kadar dövüş yeterli idi. Herkes dövüşebilirdi ama Z ırkına ait olmayan kimse Shindensen'i kullanamazdı. Bu tekniğin yapılışı o kadar kolay değildi. Üsteğmen'e söyleyeceklerim basitti bu saatten sonra. "Tahminlerimi doğru çıkardığınız için teşekkür ederim Üsteğmen'im. Söz verdiğim gibi size her şeyi açıklayacağım fakat önce daha sessiz bir yere gitmemizi tavsiye ederim. Hangi kulağın dinleyeceğini bilemeyiz." Bunları söyledikten sonra Henry'nin bir yer seçmesini bekleyecektim. Oraya gittiğimizde de her şeyi anlatmaya başlardım artık. Saklamam için bir sebep kalmamıştı.
Bu taktik işe yaramıştı ve Üsteğmen hemen işe ilgi duymaya başlamıştı. Benin teklifimi kabul edip eğitim alanına gitmeyi kabul etmişti. Ben de onu eğitim alanına götüren koridorlardan geçirdim. Yol boyunca ikimiz de tek bir kelime dahi etmemiştik. Onun ne düşündüğünü bilmiyorum ama benim düşündüğüm şey belliydi; haklı mıydım? Ne olabilirdi bu maçın sonucu? Kazanıp kaybetmek umurumda değildi. Onun güçlü olup olması da. Onun kim olduğu benim umurumdaydı. Eğer teknikleri biraz biliyorsa bile bu bir şeyleri kanıtlayacaktı.
Eğitim salonuna girdiğimizde gördüğüm manzara her zamanki ile aynıydı. Eski karargahlarımdan daha büyüktü, ama kalabalık aynıydı. Her köşede çalışan askerler, sağlı sollu farklı silah deneyenler, boyundan büyük silahlar ile komik olmayan çalışan bazı kişiler... Buralar asla değişmiyordu. Tam iki katana almaya gidiyordum ki Üsteğmen başkasından istemişti bile. Genelde işleri ben yapmaya alışık olduğumdan bana tuhaf gelmişti ama o da sonuçta hizmet edilen birisiydi. Ona göre normaldi.
İkimiz de yerlerimizi aldığımızda kılıçlardan birini bana fırlattı rakibim. Kılıcı rahatlıkla tuttum, tek bir hamlede elime yerleştirdim ve pozisyon aldım. Tahta kılıç kullanma felsefesini açıkladığında kafamla onayladım, ben de normal kılıç kullanmayı beklemiyordum en nihayetinde. Ve sonunda başlamıştı. Sözlerinden sonra yere düşmeye başladığında saliselik bir şaşırmanın ardından ben de kendimi yere bıraktım. Shindensen... Yıldırım Formu demek? Anlaşılan doğru yerdeydik. Yere paralel iken göz göze geldiğimizde, ikimiz de anlamıştık ne olduğunu. Yerden birer yıldırım gibi fırlayıp kılıçlar tam güçle birbirine çarptığında odun dayanıklılığının sınırlarını zorluyordu. Çarpıştığı yerden iki katana da çatırdıyordu. Sakin bir hamle ile kılıcı yana doğru çevirdim ve güç vermeyi kestim. Bu kadar dövüş yeterli idi. Herkes dövüşebilirdi ama Z ırkına ait olmayan kimse Shindensen'i kullanamazdı. Bu tekniğin yapılışı o kadar kolay değildi. Üsteğmen'e söyleyeceklerim basitti bu saatten sonra. "Tahminlerimi doğru çıkardığınız için teşekkür ederim Üsteğmen'im. Söz verdiğim gibi size her şeyi açıklayacağım fakat önce daha sessiz bir yere gitmemizi tavsiye ederim. Hangi kulağın dinleyeceğini bilemeyiz." Bunları söyledikten sonra Henry'nin bir yer seçmesini bekleyecektim. Oraya gittiğimizde de her şeyi anlatmaya başlardım artık. Saklamam için bir sebep kalmamıştı.
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Kendimi yere doğru salıp, kazandığım ivmeyle bir yıldırım gibi rakibime doğru ilerlediğimde onunda aynı şeyi yaptığını görmüştüm. Sanırım oda benim gibi Zachariah'ın Z'si üzerine eğitim görmüştü. Şaşırdım ama bu şaşkınlığım tekniğe devam etmeme engel olmadı. Yüzümde beliren koca gülümseme ile tekniğime devam ettim ve tekniğin sonucunda iki yıldırım birbiriyle çarpıştı. Tahtadan kılıçlar bu baskıyı kaldıramayacak kadar dayanıksızdı ve çatırdama sesleri kulağıma geliyordu. Eğer biraz daha baskı uygulamaya devam etseydik birbirimize kesinlikle tahtadan kılıçlar parçalanacak idi ama yeni dostum Fujiwara baskı uygulamayı bırakıp, memnun bir ifade ile beni onaylamış ve başka bir yere geçmemiz gerektiğini belirtmişti. Sanırım haklıydı. Ve en güvenli yer bana teşhis edilen odaydı. Fujiwara'yı oraya götürecektim. Çok gizli şeyler konuşacağımızı sanmıyordum ama ben bile kökenimle ilgili bazı şeyleri bilmiyorsam, diğerlerinin de bilmemesi en hayırlısı olurdu sanırım.
Kılcı uygun bir yere koyup, verdiğim hasar için üzgün olduğumu belirttikten sonra odama doğru yürümeye koyulmuştum. Aynı koridorları bugün üçüncü kez yürürken öylece düşünüyordum. Yani karargaha ilk geldiğim günün böyle renkli geçmesini kesinlikle beklemiyordum; ama şimdiden bir dost edinmiş gibiydim. Bana ziyadesiyle benzeyen bir dost...
Odama vardığımda masanın ardındaki koltuklardan birisine oturmuş ve Fujiwara'nın da masanın önündeki koltuklardan birisine oturması için elimle işaret etmiştim. Ona sormak istediğim çok şey vardı ama sorularımı sormadan önce ilk olarak bu yeni dostumu dinlemem gerektiğine inanıyordum. Eğer söylediklerinden sonra kafamdaki bir çok soruya cevap bulamazsam, o zaman sorularımı sorardım. Şimdiden bir çok soru sorup laf salatası yapmamın manası yoktu.
"Fujiwara, sanırım burası konuşmamız için oldukça uygun. Dinliyorum..."
Dirseklerimi masaya dayayıp parmaklarımı birbirine kenetlemiş ve çenemi kenetlediğim parmakların üzerine dayayarak meraklı bir ifadeyle beklemeye koyulmuştum. İçten içe bu yeni çocuğun bana çok önemli şeyler anlatacağına inanıyordum ve bu yüzden ağzından çıkacak sözlerinin önemi konusunda beklentim büyüktü. Bakalım kökenim nereye dayanıyordu?
Kılcı uygun bir yere koyup, verdiğim hasar için üzgün olduğumu belirttikten sonra odama doğru yürümeye koyulmuştum. Aynı koridorları bugün üçüncü kez yürürken öylece düşünüyordum. Yani karargaha ilk geldiğim günün böyle renkli geçmesini kesinlikle beklemiyordum; ama şimdiden bir dost edinmiş gibiydim. Bana ziyadesiyle benzeyen bir dost...
Odama vardığımda masanın ardındaki koltuklardan birisine oturmuş ve Fujiwara'nın da masanın önündeki koltuklardan birisine oturması için elimle işaret etmiştim. Ona sormak istediğim çok şey vardı ama sorularımı sormadan önce ilk olarak bu yeni dostumu dinlemem gerektiğine inanıyordum. Eğer söylediklerinden sonra kafamdaki bir çok soruya cevap bulamazsam, o zaman sorularımı sorardım. Şimdiden bir çok soru sorup laf salatası yapmamın manası yoktu.
"Fujiwara, sanırım burası konuşmamız için oldukça uygun. Dinliyorum..."
Dirseklerimi masaya dayayıp parmaklarımı birbirine kenetlemiş ve çenemi kenetlediğim parmakların üzerine dayayarak meraklı bir ifadeyle beklemeye koyulmuştum. İçten içe bu yeni çocuğun bana çok önemli şeyler anlatacağına inanıyordum ve bu yüzden ağzından çıkacak sözlerinin önemi konusunda beklentim büyüktü. Bakalım kökenim nereye dayanıyordu?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Muhteşem kılıç düellomuzdan sonra çıkacağımız yeri belli etmişti Henry Üsteğmen, odasına gidecektik. Haklıydı, hayli güvenli olacaktı. Bu sırrı çok fazla kişinin duymasını istemiyordum. Bu yüzden normalde ismimdeki Z.'yi gizliyordum. Bu yüzden insanlara miçoluk öncesi hayatımı anlatmıyordum. Gerçi kimse miçoluk öncesi hayatımı sormuyordu ama olsun, yine de kimseye anlatmıyordum.
Aynı yoldan tekrar geçerken yine suskunduk. Fakat bu sefer ikimizin de memnun olduğunu hissediyordum, endişeli değil. Meraklı, evet ama endişe yoktu. Daha mutluydum çünkü sonunda kendimden başka bir Z bulabilmiştim. Bunu kimsenin canını acıtmadan yapmış olmam da cabası idi. Bunun mutluluğu ile kapıya geldiğimizde yana çekildim ki rütbeli kişi kapıyı açabilsin. Biz miçolarda buraların anahtarı yoktu, genelde topluca ranzalarda yatardık. O yüzden ilk kez bir rütbelinin Grand Line karargahındaki odasını görünce şaşırmıştım. Ben genelde karargahlar yerine gemilerde kalıyordum ufak bir rütbeli iken, ki o zamanlarda bile bu denli iyi bir oda bulamazdım. Oda güzeldi, sade ve sıcak bir şekilde dizayn edilmişti. Üsteğmen hemen odayı benimsemiş ve rahatça bir koltuğa kurulmuştu. Eliyle bana da yer verdikten sonra anlatmam için izni vermişti. Biraz tereddüt ile oturdum ve konuşmaya başladım.
-Öncelikle, isminizdeki Z, öylesine bir şey değil. Fakat kılıç stilinizden de anladığım kadarıyla basit kısımları biliyorsunuz. Biz Z ırkı olarak biliniriz. Küçük bir adada yaşayan minin bir topluluk. En önemli özellikleri de kendi stilleri. Yani Z stili. Bu adadaki küçük halk sadece ve sadece denizci çıkartıyor. Burası fazla önemli çünkü bir Z bile denizciden gayrı bir şey olursa ya da denizcilikte başarısız olursa, bütün ada halkını karşısında bulur. Ve ada halkı inanılmaz yetenekli olduğundan, bulmak istemeyiz. Bizleri çok kişi bilmez ve ben de böyle kalmasını istiyorum. Normalde her Z. bu gizli ve küçük adada eğitim görür. Fakat benim babam oraya gitmek istemedi, annemle kalmak istedi. Ama her şeyi anlattı. Burada söylentiler duydum ve sizin de bizden olduğunuzu düşündüm. Bu sebeple sizi kılıç düellosuna davet ettim. Z Stilini bilmiyor olsaydınız, Z olduğunuza inanmazdım.
Bunları söyledikten sonra bekleyecektim. Büyük bir bilgi yüklemesiydi, Üsteğmen bunları öğrendikten sonra beni gönderecekti de büyük ihtimalle. Ben de yerleri silmeye devam ederdim. Kibrin insanı getirdiği yer...
Aynı yoldan tekrar geçerken yine suskunduk. Fakat bu sefer ikimizin de memnun olduğunu hissediyordum, endişeli değil. Meraklı, evet ama endişe yoktu. Daha mutluydum çünkü sonunda kendimden başka bir Z bulabilmiştim. Bunu kimsenin canını acıtmadan yapmış olmam da cabası idi. Bunun mutluluğu ile kapıya geldiğimizde yana çekildim ki rütbeli kişi kapıyı açabilsin. Biz miçolarda buraların anahtarı yoktu, genelde topluca ranzalarda yatardık. O yüzden ilk kez bir rütbelinin Grand Line karargahındaki odasını görünce şaşırmıştım. Ben genelde karargahlar yerine gemilerde kalıyordum ufak bir rütbeli iken, ki o zamanlarda bile bu denli iyi bir oda bulamazdım. Oda güzeldi, sade ve sıcak bir şekilde dizayn edilmişti. Üsteğmen hemen odayı benimsemiş ve rahatça bir koltuğa kurulmuştu. Eliyle bana da yer verdikten sonra anlatmam için izni vermişti. Biraz tereddüt ile oturdum ve konuşmaya başladım.
-Öncelikle, isminizdeki Z, öylesine bir şey değil. Fakat kılıç stilinizden de anladığım kadarıyla basit kısımları biliyorsunuz. Biz Z ırkı olarak biliniriz. Küçük bir adada yaşayan minin bir topluluk. En önemli özellikleri de kendi stilleri. Yani Z stili. Bu adadaki küçük halk sadece ve sadece denizci çıkartıyor. Burası fazla önemli çünkü bir Z bile denizciden gayrı bir şey olursa ya da denizcilikte başarısız olursa, bütün ada halkını karşısında bulur. Ve ada halkı inanılmaz yetenekli olduğundan, bulmak istemeyiz. Bizleri çok kişi bilmez ve ben de böyle kalmasını istiyorum. Normalde her Z. bu gizli ve küçük adada eğitim görür. Fakat benim babam oraya gitmek istemedi, annemle kalmak istedi. Ama her şeyi anlattı. Burada söylentiler duydum ve sizin de bizden olduğunuzu düşündüm. Bu sebeple sizi kılıç düellosuna davet ettim. Z Stilini bilmiyor olsaydınız, Z olduğunuza inanmazdım.
Bunları söyledikten sonra bekleyecektim. Büyük bir bilgi yüklemesiydi, Üsteğmen bunları öğrendikten sonra beni gönderecekti de büyük ihtimalle. Ben de yerleri silmeye devam ederdim. Kibrin insanı getirdiği yer...
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Fujiwara'nın oturmasını istememin üzerinden bir kaç saniye sonra yetenekli miço dostum karşıma oturmuş ve soluklandıktan sonra konuşmaya başlamıştı. Söylediği her bir kelimeyi dinledikten sonra şaşkınlığım bir tık daha artıyordu. Z ırkı... Kökenim bir ırka dayanıyordu. Bu bile oldukça şaşırtıcı bir bilgi iken, ırkımın denizcilere özer asker sağlayan bir ırk olduğunu öğrenince nasıl şaşırdığımı artık sen düşün adamım, yani tüm bunlar ve benim tüm şeyleri daha öncesine kadar bilmiyor olmam oldukça şaşırmama sebep oluyordu. Yani vakti zamanında babamın bana tüm bunları anlatması için bolca fırsat eline geçmiş olmalıydı. Peki neden anlatmamayı tercih etmişti? Sanırım babamla tekrardan karşılaştığımız gün, onu çok fazla soru bombardımanına tutacağım.
"Vouv! Dürüst olmam gerekirse tüm bu söylediklerini daha önce hiç duymamıştım. Babam tarafından Zachariah'ın Z'sini öğrendim. İsmimdeki 'Z' ile ilgili tek bildiğim şey açılımı olan Zachariah idi. Sanırım babamın beni tüm bu bilgilerden mağdur bırakmasının bir sebebi vardı. Ama bugün bunları öğrendiğim için sana oldukça minnettarım dostum. Bunca yıldır kökenimden bi haber şekilde yaşıyormuşum meğer, ne saçmalık ama!"
Yüzümdeki memnun ifadeye rağmen, sözlerimdeki öfke ve sinir hissedilir bir derecedeydi. Babamın beni tüm bu şeylerden neden uzak tuttuğunu anlayamıyordum. Benim gevşek ağızlı olduğumu düşüp tüm bu gizli bilgileri her yerde anlatacağımı mı düşünmüştü acaba? Ama benim böyle bir insan olmadığımı biliyor olmalıydı. Sonuçta bugün benim böyle bir insan olmamda, onun katkısı büyüktü. Muhtemelen makul bir sebebi vardı babamın, ama şu an o makul sebebi bilmemek beni çıldırtıyordu.
Derince bir nefes alıp kendimi biraz sakinleştirdikten sonra koltuğuma biraz daha yayıldım ve rahat bir tavır takınmaya başladım. Zira artık tüm bu gizli şeyleri öğrenmiş ve kendimi kasmama gerek kalmamış idi, şimdi bu miço dostumuzun hikayesini öğrenme vaktiydi. Bu kadar yetenekli olmasına rağmen, hâlâ miço olarak kalması imkansızdı. Az önce yaptığımız idman dövüşünden kılıç kullanımı konusunda benimle aynı seviyede olduğundan fazlasıyla emindim.
"Eee, senin hikayen nedir bakalım? O kılıç çarpıştığımız anda, kılıç kullanımı konusunda benimle aynı seviyede olduğunu anlamam pekte zor olmadı. Bir miço için, fazla iyisin. Bir dost olarak hikayeni dinlemek isterim eğer anlatmamayı tercih edersen Üsteğmenin olarak emrederim, Fujiwara-san."
Yüzüme yayılan hin bir gülümseme ile bekliyordum. Bu miço dostumun hikayesini oldukça merak ediyordum. Bir dönem tekrardan miço rütbesine düşürülen benim gibi, bir miçoya göre oldukça güçlüydü. Belki de sadece kaderlerimiz değil, hikayelerimizde benzerdir? Eğer öyleyse, Cubis'ten sonra her daim yanımda bulunmasını isteyeceğim bir dost daha edinmiş olurdum.
"Vouv! Dürüst olmam gerekirse tüm bu söylediklerini daha önce hiç duymamıştım. Babam tarafından Zachariah'ın Z'sini öğrendim. İsmimdeki 'Z' ile ilgili tek bildiğim şey açılımı olan Zachariah idi. Sanırım babamın beni tüm bu bilgilerden mağdur bırakmasının bir sebebi vardı. Ama bugün bunları öğrendiğim için sana oldukça minnettarım dostum. Bunca yıldır kökenimden bi haber şekilde yaşıyormuşum meğer, ne saçmalık ama!"
Yüzümdeki memnun ifadeye rağmen, sözlerimdeki öfke ve sinir hissedilir bir derecedeydi. Babamın beni tüm bu şeylerden neden uzak tuttuğunu anlayamıyordum. Benim gevşek ağızlı olduğumu düşüp tüm bu gizli bilgileri her yerde anlatacağımı mı düşünmüştü acaba? Ama benim böyle bir insan olmadığımı biliyor olmalıydı. Sonuçta bugün benim böyle bir insan olmamda, onun katkısı büyüktü. Muhtemelen makul bir sebebi vardı babamın, ama şu an o makul sebebi bilmemek beni çıldırtıyordu.
Derince bir nefes alıp kendimi biraz sakinleştirdikten sonra koltuğuma biraz daha yayıldım ve rahat bir tavır takınmaya başladım. Zira artık tüm bu gizli şeyleri öğrenmiş ve kendimi kasmama gerek kalmamış idi, şimdi bu miço dostumuzun hikayesini öğrenme vaktiydi. Bu kadar yetenekli olmasına rağmen, hâlâ miço olarak kalması imkansızdı. Az önce yaptığımız idman dövüşünden kılıç kullanımı konusunda benimle aynı seviyede olduğundan fazlasıyla emindim.
"Eee, senin hikayen nedir bakalım? O kılıç çarpıştığımız anda, kılıç kullanımı konusunda benimle aynı seviyede olduğunu anlamam pekte zor olmadı. Bir miço için, fazla iyisin. Bir dost olarak hikayeni dinlemek isterim eğer anlatmamayı tercih edersen Üsteğmenin olarak emrederim, Fujiwara-san."
Yüzüme yayılan hin bir gülümseme ile bekliyordum. Bu miço dostumun hikayesini oldukça merak ediyordum. Bir dönem tekrardan miço rütbesine düşürülen benim gibi, bir miçoya göre oldukça güçlüydü. Belki de sadece kaderlerimiz değil, hikayelerimizde benzerdir? Eğer öyleyse, Cubis'ten sonra her daim yanımda bulunmasını isteyeceğim bir dost daha edinmiş olurdum.
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Üsteğmen, verdiğim bilgiler sebebiyle hayrete düşmüştü. Eh, bütün ırkını ve eğitiminin kaynağını açıklamıştım adama. Şaşırmasaydı tuhaf olurdu. Fakat daha da tuhaf olanı, babasının ona bunları öğretmemesiydi. Niye olabilirdi ki? Babası onu neyden korumaya çalışıyordu? Sadece tekniği öğretip de tarihini ve gelenekleri öğretmemesi başka bir şey ile bağlantılı olmalıydı. Ama ben kimim ki başka bir ailenin iç hesaplaşmalarına kendimi sokayım? Eğer uygun görmemişse, bir sebebi vardır.
Üsteğmen babasına yeteri kadar kızdığını düşünmüş olsa gerek ki daha rahat bir oturuşa geçmişti. Ben ise sandalyemde aynı vaziyette duruyordum. Her ne kadar aynı ırktan olsak da, her ne kadar dost canlısı yaklaşsa da hala aramızda büyük bir rütbe farkı vardı. Nitekim bana geçmişimi sorarken de bu rütbe farkından yararlanmıştı. Kendi hikayemi anlatmamı "emretmişti.". Öyle olsun bakalım, anlatalım.
-Ben eskiden bir teğmen idim. İşimi fazla iyi yapmayı başaramadım. Ama yetenekli idim. Bu sebeple rütbelerde yükseldim. Hızlıydım, rakipleri teker teker indirmekte üstüme yoktu. Bir gün fazla kibirlendim. Bir şebekeyi tek başıma alırım diye düşündüm. Yanılmışım. Başaramadım. Ölümcül yaralandım. Son anda kurtarıldım. O gün bana bir seçenek sunuldu. Ya bırakacaktım ya da devam edecektim. Ben de miçoluğa düşmeyi seçtim. Ve böyle devam ediyorum. Halimden de memnunum.
Bunları anlattıktan sonra sakince kalkacaktım. Fazla zaman bile geçirmiştim. Muhtemelen beni azarlamak için bekleyen bir subay vardır köşede, sırf o an orada olmadığım için. Her zamanki miço işleri işte. "Eğer başka bir şey yoksa efendim..." diyerek de Henry Z Miller'dan izin aldıktan sonra çıkacaktım dışarı. Sopamı alıp süpürmeye devam ederdim artık.
Üsteğmen babasına yeteri kadar kızdığını düşünmüş olsa gerek ki daha rahat bir oturuşa geçmişti. Ben ise sandalyemde aynı vaziyette duruyordum. Her ne kadar aynı ırktan olsak da, her ne kadar dost canlısı yaklaşsa da hala aramızda büyük bir rütbe farkı vardı. Nitekim bana geçmişimi sorarken de bu rütbe farkından yararlanmıştı. Kendi hikayemi anlatmamı "emretmişti.". Öyle olsun bakalım, anlatalım.
-Ben eskiden bir teğmen idim. İşimi fazla iyi yapmayı başaramadım. Ama yetenekli idim. Bu sebeple rütbelerde yükseldim. Hızlıydım, rakipleri teker teker indirmekte üstüme yoktu. Bir gün fazla kibirlendim. Bir şebekeyi tek başıma alırım diye düşündüm. Yanılmışım. Başaramadım. Ölümcül yaralandım. Son anda kurtarıldım. O gün bana bir seçenek sunuldu. Ya bırakacaktım ya da devam edecektim. Ben de miçoluğa düşmeyi seçtim. Ve böyle devam ediyorum. Halimden de memnunum.
Bunları anlattıktan sonra sakince kalkacaktım. Fazla zaman bile geçirmiştim. Muhtemelen beni azarlamak için bekleyen bir subay vardır köşede, sırf o an orada olmadığım için. Her zamanki miço işleri işte. "Eğer başka bir şey yoksa efendim..." diyerek de Henry Z Miller'dan izin aldıktan sonra çıkacaktım dışarı. Sopamı alıp süpürmeye devam ederdim artık.
Misafir- Misafir
1 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
1 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz