Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
2 posters
2 sayfadaki 2 sayfası
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Ve Fujiwara'nın ağzından dökülen sözcüklerle kaderimiz mühürleniyordu. Farkında olmadan belki istediği için belkide emir komuta zincirini kullanarak emrettiğim için geçmişini anlatırken hiçbir şeyin farkında değildi belkide. Karşısındaki bu adamın bir dönem rütbesinden düşürülmüş bir miço olduğundan, kendisi gibi olduğundan... Belki öğrenmeye hakkı vardı; ama anlatmayacaktım; ama bundan sonra Fujiwara kendine bir dost edinmişti. Ve bende sanırım yeni bir dost edinmiştim. Her ne kadarda, karşımdaki yeni dostum emir komuta zincirinin etkisi ile bunun farkında olmasada, o da hissediyor olmalıydı, bizim kaderimiz artık ağzından dökülen sözcüklerle birlikte mühürlenmiş idi, bundan sonraki hayatımızda artık beraberdik, en azından rütbemi kullanarak böyle olmasını sağlamak için elimden geleni yapacaktım. Cubis ve Fujiwara... Eğer ileride kurmak istediğim ütopya için adımlar atarsam sağ ve sol kolum olacak isimler şimdiden belliydi. Adamım bu yolda ilerlemeye devam ettikçe Cubis ve Fujiwara gibi dostlar edinmeye devam edecektim galiba. Bu güzel bir şeydi sanırım.
"Fujiwara, sanırım bundan sonra sık sık görüşen iki dost olacağız ha?" sözcüklerim ağzımdan oyun parkına koşan bir çocuk edasıyla dökülüyordu. "Şimdi artık görevinin başına gitsen iyi edersin, benim yüzümden azar yemeni istemem. "
Yeni dostum usulca odadan çıkarken odada tek başıma kalmıştım yine. Ayaklarımı masaya uzatıp sandalyeme yayılmamla birlikte derin derin nefes alıp vermeye başladım. Sanırım birazda olsa heyecanlanmış idim. Yeni dostlar her zaman iyiydi ve bunu Grand Line da ki ilk görev günümde başarmış olmam çok daha iyiydi.
Yüzümden hiç eksik olmayan çocuksu gülümsemem ile gözlerimi kapatmış ve hayal kuruyordum. Bir gün, hayal ettiğim dünyayı kurduğumu ve bunu yaparken gerçek dost dediğim kişilerin yanımda, benimle birlikte olduğunu hayal ediyordum. Çocukların hep güldüğü, insanların savaşmayı unuttuğu ve en önemlisi her ırktan insanın bir arada yaşayabildiği koca bir ütopya... Adaletin gerçekten adalet olduğu bir dünya! Adamım, bir gün bunu başaracağız değil mi?
Benim ırkım'dan olan ve benimle aynı kadere sahip olan Fujiwara-san ile karşılaşıp tanışmam ve bir çok şeyi bu miço dostumdan öğrenmemin üzerinden üç gün geçti. Fujiwara ile görüşmemin ardından hayal kurarken uykuya dalmış ve uyandığımda yeni bir sabaha merhaba demiştim. O günde dahil üç gün boyunca karargahı ve adayı kimseden yardım almadan gezmiş ve tüm yerleri aklıma kazımaya çalışmıştım. Sayısız kez dev karargah ve dev şehirde kaybolduktan sonra ise, sanırım adanın bir kısmını yeteri kadar ezberleyebilmiş idim. Yani bu adaya yeni gelen bir dostumu veya akrabamı gezdirecek kadar bilgi sahibi değildim hâlâ ama gideceğim yeri kendi başıma bulabilecek kadar öğrenebilmiştim.
Bu sabah ise odamdaydım. Bu tempodan sıkılmış ve artık ciddi manada işe koyulmak için Tanrıya dua etmeye başlamıştım. Karargahın kaptanı beni karşıladığı zaman yakın bir zamanda bana bir görev verileceğini söylesede, hâlâ bunun gerçekleşmemiş olması sinirlerimi geriyor ve beni her geçen saat dahada sabırsızlaştırıyor idi. Benim gibi bir görev adamı için bu kadar boş durmak, tamamı ile işkenceydi adamım. Yani bilirsin beni, boş durmayı sevmem.
Oturduğum koltukta beyaz bir kağıda bir kaç şey çizerken kapım çalmış ve telaşla kağıdı buruşturup masanın altındaki çöpe fırlatmıştım. Kendime çeki düzen verip, kapının ardındaki kişiye gir komutunu verdiğimde ise içeriye bir er girmişti. Selamını verip konuşmaya başlaması ile yüzümdeki somurtkan ifade yerini hin bir gülümsemeye bırakmıştı.
Görev vaktiydi sanırım, ne dersin adamım?
Er'in söylediklerini onaylayıp gönderdikten sonra üstüme başıma çeki düzen vermiş ve denizci paltomu omuzlarıma giydirip, ellerime beyaz renkteki eldivenlerimi geçirmiş idim. Kafama bir denizci şapkası iliştirirken, derince bir nefes alıp veriyordum. Sanırım bir Üsteğmen olmaya ziyadesiyle hazırdım. Biraz imajımı değiştirmiştim. Hem yeni rütbeme hemde yeni adaya ayak uydurmam gerekiyordu sonuçta. Görünümle bile ciddiyetimi ve ağırlığımı altımdaki kişilere göstererek saygılarını kazanmak zorundaydım. Üstlerime ise görünüşümle bile bu işi ne kadar ciddiye aldığımı göstermeli ve güvenlerini kazanmalıydım. Grand Line'a geçmemle birlikte yeni bir sayfaya geçmiş ve her şeye sıfırdan, yeni bir rütbe, yeni bir ada ve yeni bir karargahta başlamıştım. Geçmişi unutup, ileriye odaklanma vaktiydi şimdi.
Odamdan çıkıp, beni yanına çağıran koridor sorumlusu yüzbaşının odasına direk gidecek idim. Eğer odayı üç günlük uğraşımın sonucunda sorunsuzca bulursam kapıyı rahat bir tonda tıklatıp, içeriye gir komutunun gelmesini bekleyecektim. İçeri girdiğimde ise sakin ve ağır adımlarla odasının ortasına doğru ilerleyecek, kafamdaki denizci şapkasını çıkartıp kolumun altına alacak ve "Üsteğmen Henry Z. Miller." diye kendimi tanıtacaktım. Ardından bir nefes alıp verdikten sonra, "Beni çağırtmışsınız efendim." diyerek konuya girmesine vesile olacaktım.
"Fujiwara, sanırım bundan sonra sık sık görüşen iki dost olacağız ha?" sözcüklerim ağzımdan oyun parkına koşan bir çocuk edasıyla dökülüyordu. "Şimdi artık görevinin başına gitsen iyi edersin, benim yüzümden azar yemeni istemem. "
Yeni dostum usulca odadan çıkarken odada tek başıma kalmıştım yine. Ayaklarımı masaya uzatıp sandalyeme yayılmamla birlikte derin derin nefes alıp vermeye başladım. Sanırım birazda olsa heyecanlanmış idim. Yeni dostlar her zaman iyiydi ve bunu Grand Line da ki ilk görev günümde başarmış olmam çok daha iyiydi.
Yüzümden hiç eksik olmayan çocuksu gülümsemem ile gözlerimi kapatmış ve hayal kuruyordum. Bir gün, hayal ettiğim dünyayı kurduğumu ve bunu yaparken gerçek dost dediğim kişilerin yanımda, benimle birlikte olduğunu hayal ediyordum. Çocukların hep güldüğü, insanların savaşmayı unuttuğu ve en önemlisi her ırktan insanın bir arada yaşayabildiği koca bir ütopya... Adaletin gerçekten adalet olduğu bir dünya! Adamım, bir gün bunu başaracağız değil mi?
***
Benim ırkım'dan olan ve benimle aynı kadere sahip olan Fujiwara-san ile karşılaşıp tanışmam ve bir çok şeyi bu miço dostumdan öğrenmemin üzerinden üç gün geçti. Fujiwara ile görüşmemin ardından hayal kurarken uykuya dalmış ve uyandığımda yeni bir sabaha merhaba demiştim. O günde dahil üç gün boyunca karargahı ve adayı kimseden yardım almadan gezmiş ve tüm yerleri aklıma kazımaya çalışmıştım. Sayısız kez dev karargah ve dev şehirde kaybolduktan sonra ise, sanırım adanın bir kısmını yeteri kadar ezberleyebilmiş idim. Yani bu adaya yeni gelen bir dostumu veya akrabamı gezdirecek kadar bilgi sahibi değildim hâlâ ama gideceğim yeri kendi başıma bulabilecek kadar öğrenebilmiştim.
Bu sabah ise odamdaydım. Bu tempodan sıkılmış ve artık ciddi manada işe koyulmak için Tanrıya dua etmeye başlamıştım. Karargahın kaptanı beni karşıladığı zaman yakın bir zamanda bana bir görev verileceğini söylesede, hâlâ bunun gerçekleşmemiş olması sinirlerimi geriyor ve beni her geçen saat dahada sabırsızlaştırıyor idi. Benim gibi bir görev adamı için bu kadar boş durmak, tamamı ile işkenceydi adamım. Yani bilirsin beni, boş durmayı sevmem.
Oturduğum koltukta beyaz bir kağıda bir kaç şey çizerken kapım çalmış ve telaşla kağıdı buruşturup masanın altındaki çöpe fırlatmıştım. Kendime çeki düzen verip, kapının ardındaki kişiye gir komutunu verdiğimde ise içeriye bir er girmişti. Selamını verip konuşmaya başlaması ile yüzümdeki somurtkan ifade yerini hin bir gülümsemeye bırakmıştı.
Görev vaktiydi sanırım, ne dersin adamım?
Er'in söylediklerini onaylayıp gönderdikten sonra üstüme başıma çeki düzen vermiş ve denizci paltomu omuzlarıma giydirip, ellerime beyaz renkteki eldivenlerimi geçirmiş idim. Kafama bir denizci şapkası iliştirirken, derince bir nefes alıp veriyordum. Sanırım bir Üsteğmen olmaya ziyadesiyle hazırdım. Biraz imajımı değiştirmiştim. Hem yeni rütbeme hemde yeni adaya ayak uydurmam gerekiyordu sonuçta. Görünümle bile ciddiyetimi ve ağırlığımı altımdaki kişilere göstererek saygılarını kazanmak zorundaydım. Üstlerime ise görünüşümle bile bu işi ne kadar ciddiye aldığımı göstermeli ve güvenlerini kazanmalıydım. Grand Line'a geçmemle birlikte yeni bir sayfaya geçmiş ve her şeye sıfırdan, yeni bir rütbe, yeni bir ada ve yeni bir karargahta başlamıştım. Geçmişi unutup, ileriye odaklanma vaktiydi şimdi.
Odamdan çıkıp, beni yanına çağıran koridor sorumlusu yüzbaşının odasına direk gidecek idim. Eğer odayı üç günlük uğraşımın sonucunda sorunsuzca bulursam kapıyı rahat bir tonda tıklatıp, içeriye gir komutunun gelmesini bekleyecektim. İçeri girdiğimde ise sakin ve ağır adımlarla odasının ortasına doğru ilerleyecek, kafamdaki denizci şapkasını çıkartıp kolumun altına alacak ve "Üsteğmen Henry Z. Miller." diye kendimi tanıtacaktım. Ardından bir nefes alıp verdikten sonra, "Beni çağırtmışsınız efendim." diyerek konuya girmesine vesile olacaktım.
- Zac (Temsili):
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Yağmurun dinmediği sonbahar adasında 3 sıkıcı günde etrafı dolaşırken Henry, bir sürü şey görmüştü. İlk adaya geldiğinde görmediği detayları fark ediyordu şimdi. Sokak aralarında yaşanan dramlara şahit oluyordu bazen, bazen de dramların olmadığı bir dünya hissi veren mutluluklara. Aile içinde yaşanan fakirliklere ama gönülleri zengin bu ailelerin mutlu yüzlerine. Her yerde vardı fakir insanlar ama bu adadakiler çaresiz değildi. Şehirleşmiş ada kısmının ilerisinde, Marine karargahının arkasına konuşlanmış tarlalarda çalışan fakir kesim adanın geçinmesinde önemli bir etkendi.
Ada seneler önce tapınakçılar tarafından ele geçirildiğinde, adaya eşitlik getirilmişti. Ada halkının tamamı bir işte çalışıyordu. Herkes adayı birlikte kalkındırırken denizciler adaya saldırmak bile istemiyorlardı. Çünkü belki de yüzyıllar sonra adada eşitlik hakimdi. Ama stratejik açıdan önemli olan ada denizciler tarafından alınmıştı. Emir yukarıdan gelmişti. Denizciler adada dengeyi tutmaya çalışsa da ada denizcilerin eline geçince turistler gelmeye başlamış, Kutsal Ejderler adayı ziyaret etmişti. Fırsatçılar ceplerini doldururken, iyi niyetli insanlar fakir kalmıştı. Onlar için değişen bir şey yoktu belki. Sonuçta yine aynı şekilde devam ediyor, ellerinde ki ile yetiniyorlardı. Ama zenginler zenginleşiyordu.
Fuji ve Henry'in kısa duellosu tüm karargah tarafından duyulmuştu. Karargahtaki herkes miço'nun Üsteğmen ile denk olan savaşını konuşuyordu. Zac'i aşağılamak bir yana, düellodan sonra Fuji'nin rütbe düşüşü yıldırım hızında karargaha yayılmıştı. Eskiden ona kötü davrananlar bile ondan çekiniyordu. Çünkü karargahın büyük çoğunluğu Teğmen Fuji'nin rütbe iadesinden ziyade, rütbe atladığını ve karargaha gizli bir göreve geldiğini düşünüyordu.
Üç gün nihayete erdiğinde Henry kapısında ki er tarafından davet edildiğinde, Yüzbaşı'nın odasına doğru ilerlemeye başladı. Kendi odasını geçti, bir kaç rütbelinin daha odalarını geçtikten sonra yeni tabelayı iliştirilmesi emredilen Fuji'yi gördü. Fuji elinde ki Yüzbaşı ...(İsim görünmüyor. Eli kapatmış.) tabelasını kapıya asıyordu. Rütbenin önünde altın bir yıldız bulunuyordu. Bunun Blok görevlisini işaret ettiğini düşündü Henry ve yeni dostunun yanından geçerek odaya girdi.
Sade düzenlenmiş ve arkada ki tarlaları gören geniş pencerenin önünde konulmuş masa ve sandalyelerden hariç, sol tarafta bir kitaplık ve sağ tarafta satranç masası olan odaya göz gezdirdiğinde Henry, ilk gün gördüğü Kaptan Gokibo'nun masaya eğilmiş bir harita üzerinde tartıştığını gördü. Daha iyi bir açıya geldiğinde masada oturan kişinin Meirin olduğunu fark etti. Meirin yüzbaşı olmakla kalmayıp blok sorumlusu olmuştu. Sıradan kıyafetlerinin üzerine attığı denizci paltosuyla birlikte masada duran çift taraflı kısa kılıcından başka bir değişiklik yapmış gibi görünmüyordu. Bakışları güçlenmiş, kendine güveni gelmişti belli ki. Tartışmanın arasında Henry ile göz göze gelince ayağa kalkıp karşılamıştı Henry'i.
Kaptan ile birlikte karşıladıktan sonra Henry'i masaya davet edip harita üzerinde işaretlenmiş Itsuvarin Oshukyo adasının etrafında dolaşıyorlardı parmakları. Kaptan Gokibo, Yüzbaşı Meiren'e dönüp "İstediğin kadar adam alabilirsin bloğundan. Adayı denizcilerin yaptığınız sürece, her şeyi yapmakta serbestsiniz. Sivil halkın gözü boyanmış olduğunu unutmayın. Sivil zararı minumum düzeyde tutun. Eğer ada halkına zarar verirseniz, tüm ada size karşı ayaklanabilir. Yarın gece çıkacaksınız. Şafakta adaya varmış olursunuz." deyip odadan çıkmıştı babacan bir gülümseyle.
Merin Henry'e dönerek gülümsemiş ve "Tekrar birleşmemiz çok iyi oldu. Ayberk'in de önce buraya tayini çıkmıştı ama başka bir görev için başka bir adaya doğru yola çıktığını duydum. O da burada olsaydı daha güvende hissederdim." diye başlıyor konuşmasına. "Ee, neler yaptın bunca zaman?" diye soru soruyor. Cevabını aldıktan sonra "Ben erkenden Grand Line'a girdim. Akademide aldığım eğitimlerin üzerinden geçip gizli tekniklerde ustalaşmak için sürekli çalıştım. Bu karargahta Teğmen olarak başladığım görevimde sağladığım başarı ile kısa sürede yükseldim ve Yüzbaşı sonrasında ise blok sorumlusu oldum." diye devam ediyor.
"Kaptan'ı duydun, yarın akşam görevimiz başlıyor. Seni de yanımda istiyorum. Arkamı dönebileceğim birine ihtiyacım var. Sanırım Cubis'i de yanına almak istersin. Almayacaksan bana bildirmen lazım. Bir liste çıkarmam gerekiyor." diyor en sonda daha ciddi...
Rp Out: Hikaye genel olarak Henry'in etrafında döndü ama Fuji bu sırada pasifti. Tek görevi emir aldığı üzere Yüzbaşı Meirin'in kapısına tabelasını asmaktı. Diğer rp'lerde eşit olarak paylaştıracağım...
Ada seneler önce tapınakçılar tarafından ele geçirildiğinde, adaya eşitlik getirilmişti. Ada halkının tamamı bir işte çalışıyordu. Herkes adayı birlikte kalkındırırken denizciler adaya saldırmak bile istemiyorlardı. Çünkü belki de yüzyıllar sonra adada eşitlik hakimdi. Ama stratejik açıdan önemli olan ada denizciler tarafından alınmıştı. Emir yukarıdan gelmişti. Denizciler adada dengeyi tutmaya çalışsa da ada denizcilerin eline geçince turistler gelmeye başlamış, Kutsal Ejderler adayı ziyaret etmişti. Fırsatçılar ceplerini doldururken, iyi niyetli insanlar fakir kalmıştı. Onlar için değişen bir şey yoktu belki. Sonuçta yine aynı şekilde devam ediyor, ellerinde ki ile yetiniyorlardı. Ama zenginler zenginleşiyordu.
Fuji ve Henry'in kısa duellosu tüm karargah tarafından duyulmuştu. Karargahtaki herkes miço'nun Üsteğmen ile denk olan savaşını konuşuyordu. Zac'i aşağılamak bir yana, düellodan sonra Fuji'nin rütbe düşüşü yıldırım hızında karargaha yayılmıştı. Eskiden ona kötü davrananlar bile ondan çekiniyordu. Çünkü karargahın büyük çoğunluğu Teğmen Fuji'nin rütbe iadesinden ziyade, rütbe atladığını ve karargaha gizli bir göreve geldiğini düşünüyordu.
Üç gün nihayete erdiğinde Henry kapısında ki er tarafından davet edildiğinde, Yüzbaşı'nın odasına doğru ilerlemeye başladı. Kendi odasını geçti, bir kaç rütbelinin daha odalarını geçtikten sonra yeni tabelayı iliştirilmesi emredilen Fuji'yi gördü. Fuji elinde ki Yüzbaşı ...(İsim görünmüyor. Eli kapatmış.) tabelasını kapıya asıyordu. Rütbenin önünde altın bir yıldız bulunuyordu. Bunun Blok görevlisini işaret ettiğini düşündü Henry ve yeni dostunun yanından geçerek odaya girdi.
Sade düzenlenmiş ve arkada ki tarlaları gören geniş pencerenin önünde konulmuş masa ve sandalyelerden hariç, sol tarafta bir kitaplık ve sağ tarafta satranç masası olan odaya göz gezdirdiğinde Henry, ilk gün gördüğü Kaptan Gokibo'nun masaya eğilmiş bir harita üzerinde tartıştığını gördü. Daha iyi bir açıya geldiğinde masada oturan kişinin Meirin olduğunu fark etti. Meirin yüzbaşı olmakla kalmayıp blok sorumlusu olmuştu. Sıradan kıyafetlerinin üzerine attığı denizci paltosuyla birlikte masada duran çift taraflı kısa kılıcından başka bir değişiklik yapmış gibi görünmüyordu. Bakışları güçlenmiş, kendine güveni gelmişti belli ki. Tartışmanın arasında Henry ile göz göze gelince ayağa kalkıp karşılamıştı Henry'i.
Kaptan ile birlikte karşıladıktan sonra Henry'i masaya davet edip harita üzerinde işaretlenmiş Itsuvarin Oshukyo adasının etrafında dolaşıyorlardı parmakları. Kaptan Gokibo, Yüzbaşı Meiren'e dönüp "İstediğin kadar adam alabilirsin bloğundan. Adayı denizcilerin yaptığınız sürece, her şeyi yapmakta serbestsiniz. Sivil halkın gözü boyanmış olduğunu unutmayın. Sivil zararı minumum düzeyde tutun. Eğer ada halkına zarar verirseniz, tüm ada size karşı ayaklanabilir. Yarın gece çıkacaksınız. Şafakta adaya varmış olursunuz." deyip odadan çıkmıştı babacan bir gülümseyle.
Merin Henry'e dönerek gülümsemiş ve "Tekrar birleşmemiz çok iyi oldu. Ayberk'in de önce buraya tayini çıkmıştı ama başka bir görev için başka bir adaya doğru yola çıktığını duydum. O da burada olsaydı daha güvende hissederdim." diye başlıyor konuşmasına. "Ee, neler yaptın bunca zaman?" diye soru soruyor. Cevabını aldıktan sonra "Ben erkenden Grand Line'a girdim. Akademide aldığım eğitimlerin üzerinden geçip gizli tekniklerde ustalaşmak için sürekli çalıştım. Bu karargahta Teğmen olarak başladığım görevimde sağladığım başarı ile kısa sürede yükseldim ve Yüzbaşı sonrasında ise blok sorumlusu oldum." diye devam ediyor.
"Kaptan'ı duydun, yarın akşam görevimiz başlıyor. Seni de yanımda istiyorum. Arkamı dönebileceğim birine ihtiyacım var. Sanırım Cubis'i de yanına almak istersin. Almayacaksan bana bildirmen lazım. Bir liste çıkarmam gerekiyor." diyor en sonda daha ciddi...
Rp Out: Hikaye genel olarak Henry'in etrafında döndü ama Fuji bu sırada pasifti. Tek görevi emir aldığı üzere Yüzbaşı Meirin'in kapısına tabelasını asmaktı. Diğer rp'lerde eşit olarak paylaştıracağım...
- Kaptan:
- Meirin'in silahı:
Grand Line Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 110
Kayıt tarihi : 21/01/16
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Eskiye nazaran sanırım bende biraz değiştim. Sadece imajımı değil, zaman beni de biraz değiştirmişti. Belki bakışlarım biraz daha olgunlaşmıştır, belki de hayallerime olan bağlılığım artmıştır. Değiştiğim belli oluyordu; belkide birazcıkta olsa büyümüş ve çocuk Zac'ı geride bırakmıştım. Ah, kendimi her zaman için görev adamı olarak görsemde, ciddi bir görev adamı olarak görmemiş, göreceğimi düşünmemiştim. Ama sanırım ciddi bir görev adamı olmayı başarabilmiş idim. Sanırım bunda East Blue'nun Ejderi Patrick ile yaptığım dövüşünde bir payı vardı. Yani o dövüş, ondan önceki savaş; tüm bunlar benide değiştirmişti. Tek değişen Ayberk veya özellikle Meirin-san değildi. Belkide değişimin en büyüğü bende olmuştur ve bende bunun farkında değilimdir, ne dersin ha adamım?
Üç günlük süreçte sayısız kez adımladığım koridorda bir kez daha yürüyor ve artık yolu biliyor olmanın öz güveni ile başım dik, sadece önüme bakarak yürüyordum. İlk gün ve ondan sonraki ikinci gün gibi sürekli etrafıma bakıp ne kendimi küçük düşürüyordum ne de yavaşlatıyordum. Şimdi, gerçektende bu karargahın bir Üsteğmeni olarak koridorda yürüyordum, bundan önceki günler bir misafir edasıyla yürüyordum. Bak, bir kaç gün içerisinde bile insan değişebiliyor adamım, artık bir savaşın ve hayatımı koyduğum bir dövüşün beni ne kadar değiştirdiğini sen düşün ya da düşünmeye çalış. Eğer gerçekten düşünmeyi başarabilirsen bana hak vereceğinden eminim, yani insanların değişebileceğine, en kötüsünün bile doğru yolu bulabileceğine benim gibi inanacağından, eminim.
Koridorda kendimden emin, önüme bakarak ilerlesemde bir kaç odayı geride bırakmamın ardından elindeki yüzbaşı yazan ve birde yıldız işlenmiş ama ismini göremediğim bir tabelayı asmakla meşgul olan Fujiwara'yı fark edince biraz yavaşlamış ve şapkamı hafifçe öne eğerek selamımı vermiştim. Durup sohbet edecek kadar vaktim yoktu; o yüzden bu seferlik yeni dostumun affına sığınmak mecburiyetinde idim. Gerçi daha önce bir rütbeli olduğundan, benim ne kadar yoğun olduğumun farkında olması lazımdı. Üstelik karargaha yeni gelmiş ve bu yeni ortama ayak uydurmaya çalışıyordum. Gerisini sen düşün artık adamım; çünkü bu durumlar gerçekten de beni meşgul bir adam yapıyordu.
Fujiwara'nın yanı başından geçip, odaya girdiğimde beni klasik bir oda karşılamıştı. Abartıdan kaçılması, düz ve klasik olması odayı gözümde hoş kılıyor ve bu odada görev yapan yüzbaşı için umutlanmama sebep oluyordu.
Odada beni çağıran yüzbaşı dışında, ilk gün kapıda beni karşılayan Kaptan Gokibo'da vardı. Vücudunu masaya yaslamış ve hararetli bir şekilde haritadaki bir alanı gösterip bir şeyler anlatıyordu. Odanın içerisine biraz daha yaklaşıp, cüssesini gördüğüm ama yüzünü göremediğim yüzbaşıyı görebileceğim bir konuma geçtiğimde ise adamım, beni bir sürpriz karşılamıştı. Teğmen Meirin, hayır en son gördüğümde hâlâ bir teğmen olan Meirin-san bir yüzbaşı olmuş, bununla kalmayıp blok sorumlusu olmayı başarmıştı. Bunun yanı sıra bakışlarına güven aşılanmış ve galiba rütbeli bir denizcinin sorumlukları ile anlamını kavramıştı. Yüzümde memnun bir gülümseme belirirken, tek düşündüğüm şey Meirin-san üzerine oynadığım kumardı... O gün beni köşeye çekip, o konuşmasını yaptığında ona o tavrı yapmamın en büyük sebebi bugün gördüğüm kadın olması içindi, sanırım kumarı kazanmıştık adamım. Meirin-san o konuşmamdan sonra kendine gelmiş olmalıydı, bu güzel bir şeydi.
Beni fark edip ayağı kalkınca yanıma kadar Kaptanla birlikte gelmiş ve beni masanın yanına götürmüşlerdi. Kaptan Gokibo elindeki haritadan belli bir alanı gösterip, Meirin-san'a gerekli bilgileri aktarırken çenemi sıvazlıyordum. Görevimiz buydu sanırım, peki düşman kimdi? Tapınakçılar mı yoksa devrimciler mi? Korsanlar olacağını sanmıyordm; çünkü bir korsan tayfasının bir ada halkını kendi tarafına çekip kandırması oldukça nadir olurdu. Kaptan son sözlerini söyleyip, odayı terk ettikten sonra Meirin-san ile odada baş başa kalmıştık.
Meirin-san konuşmaya başladığında tekrardan birleşmemizden duyduğu memnuniyetten bahsedip, Ayberk ile ilgili bir kaç şeyden bahsetmişti. Ayberk'inde normal şartlarda bu adaya tayin olduğunu duyduğumda başta şaşırmıştım; üçümüzün yine kaderin bir cilvesi ile birleşmemiz, oldukça tuhaf olmuş olurdu ama Ayberk son anda kendisine verilen bir görevle birlikte başka bir adaya tayin olmuş, yani Tanrı bizim için kurduğu planlarını son anda değiştirmiş, en azından ben bu şekilde yorumluyorum.
Meirin-san, tüm bir zaman boyunca bana neler yaptığımı sorduğumda biraz geriye gitmiş ve çenemi sıvazlarken bir süre sessizliğimi koruyup düşünmüştüm.
"Tüm bu zamana kadar yaralıydım. Kaptan Fumador, Grand Line'a tayin etmeden önce Cubis ve bana özel bir görev verdi. O görevden sonra ise yarı ölü bir haldeydim, iyileşmem bir buçuk ayı buldu ve anca Grand Line gelebildim. Peki ya, siz ne yaptınız Meirin-san?"
Kısa ve öz açıklamamın ardından, sıra Meirin-sana gelmişti. Bu karargahta görevine teğmen olarak başlamış ve başarılarından sonra bir blok sorumlusu yüzbaşı olmuş, çok çalışmış sanırım ha adamım? Gizli bir kaç teknik falanda dedi, neyin nesi acaba? Masada duran kılıçta eski kılıcından oldukça farklı, sadece olgunlaşmamış güçlenmiş gibi de ha?
Meirin-san, bu görevde yanında benide istediğini söylediğinde göreve onunla birlikte geleceğimden emin gibiydi. Zaten geri çevirmem gibi bir durum söz konusu bile değildi ama sanırım zamanla benim kişiliğimi çözmüştü. Yanıma alacağım kişileri sorduğunda birisi kendisinde dediği gibi Cubis iken diğeri Fujiwara idi. Zaten karargahtaki diğer kişileri tanımıyordum.
"Sizinde söylediğiniz gibi Cubis ve Fujiwara adındaki miço'yu yanıma almak istiyorum. Eğer söylentiler sizinde kulağınıza çalındıysa Fujiwara'nın basit bir miço olmadığınıda biliyorsunuzdur. Kılıç kullanımı konusunda en az benim seviyemde, fiziksel olarak da bana yakın sayılır. Bu ikisi dışında size önerebileceğim başka bir isim yok maalesef, malum yeniyim burada."
Bir kaç saniye soluklandıktan sonra, bakışlarımı pencerenin ardındaki tarlaya dikmiş ve bir süre orayı izlemiştim. Ardından tekrardan Meirin-san'a dönüp;
"Ah, bu arada görevin içeriğinden biraz daha bahsedebilir misiniz? Düşmanımız bu sefer kim?"
Sessizliğe bürünecek ve Meirin-san'ın konuşmasını bekleyecek, o konuşana kadarsa tekrardan camın ardındaki tarlayı izleyecektim.
Üç günlük süreçte sayısız kez adımladığım koridorda bir kez daha yürüyor ve artık yolu biliyor olmanın öz güveni ile başım dik, sadece önüme bakarak yürüyordum. İlk gün ve ondan sonraki ikinci gün gibi sürekli etrafıma bakıp ne kendimi küçük düşürüyordum ne de yavaşlatıyordum. Şimdi, gerçektende bu karargahın bir Üsteğmeni olarak koridorda yürüyordum, bundan önceki günler bir misafir edasıyla yürüyordum. Bak, bir kaç gün içerisinde bile insan değişebiliyor adamım, artık bir savaşın ve hayatımı koyduğum bir dövüşün beni ne kadar değiştirdiğini sen düşün ya da düşünmeye çalış. Eğer gerçekten düşünmeyi başarabilirsen bana hak vereceğinden eminim, yani insanların değişebileceğine, en kötüsünün bile doğru yolu bulabileceğine benim gibi inanacağından, eminim.
Koridorda kendimden emin, önüme bakarak ilerlesemde bir kaç odayı geride bırakmamın ardından elindeki yüzbaşı yazan ve birde yıldız işlenmiş ama ismini göremediğim bir tabelayı asmakla meşgul olan Fujiwara'yı fark edince biraz yavaşlamış ve şapkamı hafifçe öne eğerek selamımı vermiştim. Durup sohbet edecek kadar vaktim yoktu; o yüzden bu seferlik yeni dostumun affına sığınmak mecburiyetinde idim. Gerçi daha önce bir rütbeli olduğundan, benim ne kadar yoğun olduğumun farkında olması lazımdı. Üstelik karargaha yeni gelmiş ve bu yeni ortama ayak uydurmaya çalışıyordum. Gerisini sen düşün artık adamım; çünkü bu durumlar gerçekten de beni meşgul bir adam yapıyordu.
Fujiwara'nın yanı başından geçip, odaya girdiğimde beni klasik bir oda karşılamıştı. Abartıdan kaçılması, düz ve klasik olması odayı gözümde hoş kılıyor ve bu odada görev yapan yüzbaşı için umutlanmama sebep oluyordu.
Odada beni çağıran yüzbaşı dışında, ilk gün kapıda beni karşılayan Kaptan Gokibo'da vardı. Vücudunu masaya yaslamış ve hararetli bir şekilde haritadaki bir alanı gösterip bir şeyler anlatıyordu. Odanın içerisine biraz daha yaklaşıp, cüssesini gördüğüm ama yüzünü göremediğim yüzbaşıyı görebileceğim bir konuma geçtiğimde ise adamım, beni bir sürpriz karşılamıştı. Teğmen Meirin, hayır en son gördüğümde hâlâ bir teğmen olan Meirin-san bir yüzbaşı olmuş, bununla kalmayıp blok sorumlusu olmayı başarmıştı. Bunun yanı sıra bakışlarına güven aşılanmış ve galiba rütbeli bir denizcinin sorumlukları ile anlamını kavramıştı. Yüzümde memnun bir gülümseme belirirken, tek düşündüğüm şey Meirin-san üzerine oynadığım kumardı... O gün beni köşeye çekip, o konuşmasını yaptığında ona o tavrı yapmamın en büyük sebebi bugün gördüğüm kadın olması içindi, sanırım kumarı kazanmıştık adamım. Meirin-san o konuşmamdan sonra kendine gelmiş olmalıydı, bu güzel bir şeydi.
Beni fark edip ayağı kalkınca yanıma kadar Kaptanla birlikte gelmiş ve beni masanın yanına götürmüşlerdi. Kaptan Gokibo elindeki haritadan belli bir alanı gösterip, Meirin-san'a gerekli bilgileri aktarırken çenemi sıvazlıyordum. Görevimiz buydu sanırım, peki düşman kimdi? Tapınakçılar mı yoksa devrimciler mi? Korsanlar olacağını sanmıyordm; çünkü bir korsan tayfasının bir ada halkını kendi tarafına çekip kandırması oldukça nadir olurdu. Kaptan son sözlerini söyleyip, odayı terk ettikten sonra Meirin-san ile odada baş başa kalmıştık.
Meirin-san konuşmaya başladığında tekrardan birleşmemizden duyduğu memnuniyetten bahsedip, Ayberk ile ilgili bir kaç şeyden bahsetmişti. Ayberk'inde normal şartlarda bu adaya tayin olduğunu duyduğumda başta şaşırmıştım; üçümüzün yine kaderin bir cilvesi ile birleşmemiz, oldukça tuhaf olmuş olurdu ama Ayberk son anda kendisine verilen bir görevle birlikte başka bir adaya tayin olmuş, yani Tanrı bizim için kurduğu planlarını son anda değiştirmiş, en azından ben bu şekilde yorumluyorum.
Meirin-san, tüm bir zaman boyunca bana neler yaptığımı sorduğumda biraz geriye gitmiş ve çenemi sıvazlarken bir süre sessizliğimi koruyup düşünmüştüm.
"Tüm bu zamana kadar yaralıydım. Kaptan Fumador, Grand Line'a tayin etmeden önce Cubis ve bana özel bir görev verdi. O görevden sonra ise yarı ölü bir haldeydim, iyileşmem bir buçuk ayı buldu ve anca Grand Line gelebildim. Peki ya, siz ne yaptınız Meirin-san?"
Kısa ve öz açıklamamın ardından, sıra Meirin-sana gelmişti. Bu karargahta görevine teğmen olarak başlamış ve başarılarından sonra bir blok sorumlusu yüzbaşı olmuş, çok çalışmış sanırım ha adamım? Gizli bir kaç teknik falanda dedi, neyin nesi acaba? Masada duran kılıçta eski kılıcından oldukça farklı, sadece olgunlaşmamış güçlenmiş gibi de ha?
Meirin-san, bu görevde yanında benide istediğini söylediğinde göreve onunla birlikte geleceğimden emin gibiydi. Zaten geri çevirmem gibi bir durum söz konusu bile değildi ama sanırım zamanla benim kişiliğimi çözmüştü. Yanıma alacağım kişileri sorduğunda birisi kendisinde dediği gibi Cubis iken diğeri Fujiwara idi. Zaten karargahtaki diğer kişileri tanımıyordum.
"Sizinde söylediğiniz gibi Cubis ve Fujiwara adındaki miço'yu yanıma almak istiyorum. Eğer söylentiler sizinde kulağınıza çalındıysa Fujiwara'nın basit bir miço olmadığınıda biliyorsunuzdur. Kılıç kullanımı konusunda en az benim seviyemde, fiziksel olarak da bana yakın sayılır. Bu ikisi dışında size önerebileceğim başka bir isim yok maalesef, malum yeniyim burada."
Bir kaç saniye soluklandıktan sonra, bakışlarımı pencerenin ardındaki tarlaya dikmiş ve bir süre orayı izlemiştim. Ardından tekrardan Meirin-san'a dönüp;
"Ah, bu arada görevin içeriğinden biraz daha bahsedebilir misiniz? Düşmanımız bu sefer kim?"
Sessizliğe bürünecek ve Meirin-san'ın konuşmasını bekleyecek, o konuşana kadarsa tekrardan camın ardındaki tarlayı izleyecektim.
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Hayat herkese iyi davranmaz. Bazısına iyi davranır bazısına kötü. Bazısına çalışmasının karşılığını verir bazısına ise vermez. Biri yemeği çöpten toplarken diğeri doğduğundan beri hizmetkarlar ile gelir yemeği. Peki niye böyledir hayat? Daha da önemlisi, haklı mıdır? Bazı insanlar işlemedikleri bir suçtan yargılanmaya mahkum mudur? Peki ya başka birisi, yapmadığı bir iyilik için mükafatlandırılmaya? Ayrıcalıklı olanlar, ayrıcalıklı olduklarını anlayabilirler mi yoksa bunu sürekli ret mi ederler?
Bazen hayat iyi değildir. Size iyi davranmaz. Size bir kurabiye verir, tam mutlu olup o kurabiyeyi yerken karnınıza bir tekme atar, sizi yere düşürür, bir kere daha tekmeler ve kurabiyenizi alır. Niye? Sebebi yok çünkü hayat böyledir. Hayat acımasızdır. Tıpkı sözde tanrılar gibi. Onlar tanrıdır çünkü acımayı bilmezler. Eğer kendinizi üstün görüyorsanız, başka insanların zayıflıklarını anlayamazsınız. İnsanlığın en büyük yeteneğini kaybedersiniz: Empati.
Empati basit bir duygudur, başka birinin nasıl düşündüğünü anlamaya çalışmaktır. Onu hissetmektir, acizliklerini, zayıflıklarını, kötü hallerini ve bazen de mutluluklarını, başarılarını. Onu mutlu eden şeyler sizi de mutlu eder çünkü empati kurabiliyorsunuzdur. Ama o üzüldüğünde siz de yıkılırsınız. Peki bu size ne kazandırır? Başkasının duygusunu hissetmek, kendisini üstün gören birine göre hatadır. Çünkü onlar kibirleri ile kalan bütün duygularını doldurmuştur ve başkasına yer kalmamıştır. Çünkü niye kalsın ki? Madem o en üstünse aşağıdaki birinin duygusunu hissetmek, onu yaşamak ne anlama gelir ki? Ben söyleyeyim size, kendisini kibirli gören kişinin, ayakları yere değmeyen adamın ayaklarının yere geri değmesi demektir. Tekrar "insan" olması demektir. Bu sebeple istemezler. Empatinin karşısına kibir duvarı örerler. Bu sayede kendilerini koruduklarını düşünürler. Yanılırlar.
Nereden mi biliyorum? Empati ve kibrin çarpışmasını nasıl mı bu kadar iyi anlıyorum? Çünkü ben yaşadım. İnsanlardan kendimi üstün gördüm. En iyisinin ben olduğumu düşündüm. Benim kararlarımı her şeyin üstünde tuttum. "Ben" duygusunun, "Ben" kişisinin aslında bir hiçlik olduğunu anlayamadım. Empatiden mahrum kaldım, kendimi yere yaklaştıran şeyleri zincir olarak gördüm. Oysa kendimi yukarıdan zincirlerle, kelepçelerle tuttuğumu fark edemedim. Bu sebeple bu kıyafetlerini giyiyorum. Bu sebeple bütün yapabildiğim şey, bir Yüzbaşının tabelasını asmak oluyor. Benimle benzer kudretteki kişiler denizlerde görev alırken, tıpkı yanımdan selam vererek geçen Henry Miller gibi. Benimle aynı ırktan olmasına rağmen, rütbelerimizin arasında okyanus vardı. Bir gün o okyanusu geçebilir miydim? Evet geçebilirim ama bunu kibrim ile yapacağım kayıkla değil, özgüven ve inanç ile oluşturacağım büyük gemi ile yapmak zorundayım. Yoksa batarım ve yem olurum.
Kendimi düşüncelere vererek yaptığım işlere devam edecektim. Çünkü artık daha rahattım, insanlar benden korkuyordu. Bir miçodan korkmak! Gerçek gücümün bir parçasını gördüklerinde hissettikleri şey buydu. Çünkü benim kim olduğumu bilmiyorlardı, öğrenince cehaletten ötürü korktular. Belki dostça yaklaşsalar öğrenecekleri şeyleri rütbelerinin gururu ile öğrenmediler. Ve şimdi, kimse cür'et edemiyordu bana kızmaya. Hala görev vermeye yetkileri vardı ama eskiden iterek veren eller artık titriyordu. Olsun, ben yerimde duracaktım. Yolu kendi tırnaklarımla kazıyarak çıkmazsam, o yolu gitmenin anlamı olmazdı.
Out: Bu turda pasif olduğum için tamamen karakterin iç dünyasına, iç çekişmelerine ayırmaya çalıştım. Çok da derine inmeden, yüzeysel bir geçiş yaptım. Umarım uygun olmuştur.
Bazen hayat iyi değildir. Size iyi davranmaz. Size bir kurabiye verir, tam mutlu olup o kurabiyeyi yerken karnınıza bir tekme atar, sizi yere düşürür, bir kere daha tekmeler ve kurabiyenizi alır. Niye? Sebebi yok çünkü hayat böyledir. Hayat acımasızdır. Tıpkı sözde tanrılar gibi. Onlar tanrıdır çünkü acımayı bilmezler. Eğer kendinizi üstün görüyorsanız, başka insanların zayıflıklarını anlayamazsınız. İnsanlığın en büyük yeteneğini kaybedersiniz: Empati.
Empati basit bir duygudur, başka birinin nasıl düşündüğünü anlamaya çalışmaktır. Onu hissetmektir, acizliklerini, zayıflıklarını, kötü hallerini ve bazen de mutluluklarını, başarılarını. Onu mutlu eden şeyler sizi de mutlu eder çünkü empati kurabiliyorsunuzdur. Ama o üzüldüğünde siz de yıkılırsınız. Peki bu size ne kazandırır? Başkasının duygusunu hissetmek, kendisini üstün gören birine göre hatadır. Çünkü onlar kibirleri ile kalan bütün duygularını doldurmuştur ve başkasına yer kalmamıştır. Çünkü niye kalsın ki? Madem o en üstünse aşağıdaki birinin duygusunu hissetmek, onu yaşamak ne anlama gelir ki? Ben söyleyeyim size, kendisini kibirli gören kişinin, ayakları yere değmeyen adamın ayaklarının yere geri değmesi demektir. Tekrar "insan" olması demektir. Bu sebeple istemezler. Empatinin karşısına kibir duvarı örerler. Bu sayede kendilerini koruduklarını düşünürler. Yanılırlar.
Nereden mi biliyorum? Empati ve kibrin çarpışmasını nasıl mı bu kadar iyi anlıyorum? Çünkü ben yaşadım. İnsanlardan kendimi üstün gördüm. En iyisinin ben olduğumu düşündüm. Benim kararlarımı her şeyin üstünde tuttum. "Ben" duygusunun, "Ben" kişisinin aslında bir hiçlik olduğunu anlayamadım. Empatiden mahrum kaldım, kendimi yere yaklaştıran şeyleri zincir olarak gördüm. Oysa kendimi yukarıdan zincirlerle, kelepçelerle tuttuğumu fark edemedim. Bu sebeple bu kıyafetlerini giyiyorum. Bu sebeple bütün yapabildiğim şey, bir Yüzbaşının tabelasını asmak oluyor. Benimle benzer kudretteki kişiler denizlerde görev alırken, tıpkı yanımdan selam vererek geçen Henry Miller gibi. Benimle aynı ırktan olmasına rağmen, rütbelerimizin arasında okyanus vardı. Bir gün o okyanusu geçebilir miydim? Evet geçebilirim ama bunu kibrim ile yapacağım kayıkla değil, özgüven ve inanç ile oluşturacağım büyük gemi ile yapmak zorundayım. Yoksa batarım ve yem olurum.
Kendimi düşüncelere vererek yaptığım işlere devam edecektim. Çünkü artık daha rahattım, insanlar benden korkuyordu. Bir miçodan korkmak! Gerçek gücümün bir parçasını gördüklerinde hissettikleri şey buydu. Çünkü benim kim olduğumu bilmiyorlardı, öğrenince cehaletten ötürü korktular. Belki dostça yaklaşsalar öğrenecekleri şeyleri rütbelerinin gururu ile öğrenmediler. Ve şimdi, kimse cür'et edemiyordu bana kızmaya. Hala görev vermeye yetkileri vardı ama eskiden iterek veren eller artık titriyordu. Olsun, ben yerimde duracaktım. Yolu kendi tırnaklarımla kazıyarak çıkmazsam, o yolu gitmenin anlamı olmazdı.
Out: Bu turda pasif olduğum için tamamen karakterin iç dünyasına, iç çekişmelerine ayırmaya çalıştım. Çok da derine inmeden, yüzeysel bir geçiş yaptım. Umarım uygun olmuştur.
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Yüzbaşı Meirin Henry'nin önerilerini dinledikten sonra, kafasıyla onayladı. "Kulağıma gelen bir kaç şey var. Ama hepsinden öte senin onaylaman benim için yeterlidir arkadaşını ekibe almam için. Kaptan'la konuşur gerekeni yaparım. Ama uyarmam lazım, yanına aldığın kişileri korumak senin görevin. Tabi ki hepinizi korumak benim görevim ama bir insan olarak herkesi koruyabilmem mümkün değil." diyor ciddi bir tavırla.
Henry'nin 2. sorusu üzerine derince nefes alıyor ve pencereden dışarıyı izliyor o da. Tarlada çalışan kadın, erkek ve çocuklara bakıp dönüyor Henry'e.
"Biz denizcilerin görevi halkı korumak. Ama bunların hepsinden öte emirlerimize uymak zorundayız. Dünya düzeni bu şekilde sağlanıyor." diyor ellerini masada birleştirirken. "Çocukluğumda yaşadığım olaylardan sana bahsetmiştim. Kötü denizcilerin, kötü kararları sonucu zarar gören halkın bir öfkesi sonucu buralara kadar geldim. Aynı şeyler tekrar olmasın diye rütbe atlamayı kafama taktım. Şimdi aynı şey başka bir adanın başına gelebilir.
Tapınakçılar tarafından kandırılan bir halkı uyandırmalıyız ve adanın kontrolünü sağlamalıyız. Görev karargaha ilk verildiğinde, blok komutanları arasında görevin dağılımı yapılacağı sırada hemen gönüllü oldum. Çünkü bu karargahta da acımasız yetkililer var. Kaptan sivil halkı umursadığı için görevi bana verdi. Bizim görevimiz adaya sızıp tapınakçı lidelerini ayıklamamız gerekiyor. Onlara suikast düzenleyip, adaya denizci birlikleri çağıracağız. Eğer tek bir tapınakçı lideri bile yaşarsa adayı galeyana getirebilirler. Görevimizi büyük bir gizlilik ile gerçekleştirmeliyiz. Bu yüzden güvendiğim kişileri topluyorum.
Tapınakçılar gizlenmekte ustadırlar. Denizci güçleri senelerdir liderlerini aramalarına rağmen bulamamışlardır. Şu an denizcilerin içinde bile binlerce tapınakçı olduğu bilinen bir gerçek, ama kim olduklarını bile bilmiyoruz. Bu yüzden küçük bir grupla, gizli bir görev olarak uygulayacağız. Yarın akşam yola çıkıyoruz, hazırlıklarınıza başlayın." diyor ciddi ve temkinli bakışlarla.
Fuji kapıya astığı tabelanın düzenlenmesini bitirdikten sonra arkasını dönüp giderken, bir adamın gülerek kendisine geldiğini gördü. Sevimli ve güven saçan adam sağ kolunu kaldırıp Fuji'nin omuzuna attı. "Bizim Henry senden bahsetti. Ben de tanışmak için geldim. Geçen gün savaştığınızda ben de izliyordum. Henry'nin tekniğini kullandığını görünce şaşırmadım değil. Aynı adadan mısınızı? Hocanız mı aynıydı? Ne zamandır tanışıyorsunuz?" diyor çekiştirerek Henry'nin odasına sokarken Fuji'yi. "Aah, özür dilerim dostum. Ben Cubis. Aşçıyım. Pislik Henry beni buralara kadar sürükledi. Tam bir defans adamıyım. Olurda arkanın korunmaya ihtiyacı olursa bana güvenebilirsin." dedi başparmağını kaldırıp gülümserken. Gözlerinde sorduğu sorulara olan merakı okunuyordu...
Rp Out: Henry, Meirin ile konuşmanın bittiğini düşünüyorsan odadan çıkıp saldırı gecesine kadar olan olayları aranızda yazabilirsiniz. Soruların varsa yazabilirsin.
Henry'nin 2. sorusu üzerine derince nefes alıyor ve pencereden dışarıyı izliyor o da. Tarlada çalışan kadın, erkek ve çocuklara bakıp dönüyor Henry'e.
"Biz denizcilerin görevi halkı korumak. Ama bunların hepsinden öte emirlerimize uymak zorundayız. Dünya düzeni bu şekilde sağlanıyor." diyor ellerini masada birleştirirken. "Çocukluğumda yaşadığım olaylardan sana bahsetmiştim. Kötü denizcilerin, kötü kararları sonucu zarar gören halkın bir öfkesi sonucu buralara kadar geldim. Aynı şeyler tekrar olmasın diye rütbe atlamayı kafama taktım. Şimdi aynı şey başka bir adanın başına gelebilir.
Tapınakçılar tarafından kandırılan bir halkı uyandırmalıyız ve adanın kontrolünü sağlamalıyız. Görev karargaha ilk verildiğinde, blok komutanları arasında görevin dağılımı yapılacağı sırada hemen gönüllü oldum. Çünkü bu karargahta da acımasız yetkililer var. Kaptan sivil halkı umursadığı için görevi bana verdi. Bizim görevimiz adaya sızıp tapınakçı lidelerini ayıklamamız gerekiyor. Onlara suikast düzenleyip, adaya denizci birlikleri çağıracağız. Eğer tek bir tapınakçı lideri bile yaşarsa adayı galeyana getirebilirler. Görevimizi büyük bir gizlilik ile gerçekleştirmeliyiz. Bu yüzden güvendiğim kişileri topluyorum.
Tapınakçılar gizlenmekte ustadırlar. Denizci güçleri senelerdir liderlerini aramalarına rağmen bulamamışlardır. Şu an denizcilerin içinde bile binlerce tapınakçı olduğu bilinen bir gerçek, ama kim olduklarını bile bilmiyoruz. Bu yüzden küçük bir grupla, gizli bir görev olarak uygulayacağız. Yarın akşam yola çıkıyoruz, hazırlıklarınıza başlayın." diyor ciddi ve temkinli bakışlarla.
Fuji kapıya astığı tabelanın düzenlenmesini bitirdikten sonra arkasını dönüp giderken, bir adamın gülerek kendisine geldiğini gördü. Sevimli ve güven saçan adam sağ kolunu kaldırıp Fuji'nin omuzuna attı. "Bizim Henry senden bahsetti. Ben de tanışmak için geldim. Geçen gün savaştığınızda ben de izliyordum. Henry'nin tekniğini kullandığını görünce şaşırmadım değil. Aynı adadan mısınızı? Hocanız mı aynıydı? Ne zamandır tanışıyorsunuz?" diyor çekiştirerek Henry'nin odasına sokarken Fuji'yi. "Aah, özür dilerim dostum. Ben Cubis. Aşçıyım. Pislik Henry beni buralara kadar sürükledi. Tam bir defans adamıyım. Olurda arkanın korunmaya ihtiyacı olursa bana güvenebilirsin." dedi başparmağını kaldırıp gülümserken. Gözlerinde sorduğu sorulara olan merakı okunuyordu...
Rp Out: Henry, Meirin ile konuşmanın bittiğini düşünüyorsan odadan çıkıp saldırı gecesine kadar olan olayları aranızda yazabilirsiniz. Soruların varsa yazabilirsin.
- Cubis:
Grand Line Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 110
Kayıt tarihi : 21/01/16
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Yüzbaşı Meirin'in sözleri, etkileyici sözler ha, ne dersin adamım? Yani karşımdaki bu kadını daha önce tanımasam, bu yaşında ermiş bir insan veya rütbeli bir denizci olduğuna inanırdım; ama tanıyor olmam ve sadece tanımakla kalmayıp bir takım olaylar yaşamış olmamız, bu kadını çok iyi tanıdığımın bir kanıtıdır bence adamım. Yani Meirin-san'ın geçirdiği evrim, öyle basit bir evrim değil. Daha öncesinde şımarık ve dünyada tek acı çekenin kendisi olduğunu sanan, denizciliği bir araç olarak kullanan kadın, şimdi bambaşka biri. Ah adamım tekrar ve tekrar söylüyorum, insanlar değişir! Önemli olan onları doğru yola sokmak için bir miktar caba ve sabır gösterebilmektir. Gerisi zaten gelir.
Meirin-san'ın bana bu kadar güvenmesine aslında biraz şaşırıyordum. Evet, bir mazimiz olabilirdi ama vakti zamanında kendisine onun tabiri ile şov yapan Henry değişmemişti. Hâlâ aynıydı. İnsanları affetmek onun için bu kadar kolaysa, bu iyi bir şeydi. Kin ve intikam arzusu insanın kalbini kötülükle boyayan en lanet şeylerdir; ama bunun yanı sıra aşırı affeden bir insanın karşısındaki insana kötü bir yanı da olur ya da kendisine. Şöyle açıklamak gerekirse; bir anne çocuğunu her hatasında affedip, onu cezalandırmazsa bir süre sonra çocuğun kafasında 'aman, zaten affedecek, bir şey olmaz!' tarzı düşünce oluşur, sence bu iyi bir şey midir adamım? Bu hem insanın kendisine hemde karşısındaki insana, bir kötülük değil midir? Hoş, ben öyle bir insan olduğumu düşünmüyorum. Yani Meirin-san'ın beni kendince affetmesi benim için bir anlam ifade etmiyor. Belki de hiç darılmamış idi bana. O gün ona yaptığım şeyin aslında iyilik olduğunun en başından beridir farkındadır, bu da bir ihtimal... Ama her şey bir yana adamım bir insan tarafından güvenilir bir insan olarak görülmek gerçekten de insanın göğsünü kabartacak bir duygu, heh!
Kandırılmış bir halk, halkı kandıran tapınakçılar ve onları kurtarmaya çalışan biz denizciler... Bu hikayenin üç ana temeli bunlar sanırım. Bizlere göre kötü adamlar elbette tapınakçılar; ama şöyle bir şey var ki, bu görevin en dikkat edilmesi gereken kısmı, oda kandırılmış halk. Tapınakçılar ile sıkıntı yaşarsak ve bu halk tarafından duyulursa, bu hikayenin kötü adamları biz olabiliriz. En sevmediğim insan topluluğu cinsi, bu iki görevde bir araya gelmiş sanırım adamım. Kendini kullandırtan ve onları kullanan insanlardan gerçekten nefret ediyorum. Yani, yarın bizler canımız pahasına onları korumak için caba sarf ederken bunu onlardan gizli yapacaktık; çünkü eğer buna şahit olurlarsa bize düşman olurlar, ne kadar komik değil mi adamım? Onlar için dövüşüyoruz ama bunu yaparken onlara görünürsek, kötü adam biz oluyoruz, hassiktirsinler oradan! Heh, gerçekten bu durum beni sinirlendiriyor sanırım.
Peki adamım, Meirin-san'ın söylediklerinden sonra, gerçektende kime güvenebiliriz? Eğer içimizde bile bu kadar tapınakçı varsa, gerçekten kime güvenebiliriz?
"İlk olarak, bana duyduğunuz güven için teşekkür ederim Meirin-san. Görev sırasında güveninizi boşa çıkarmamak için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz." dedim ve gözlerimi bir süre odada dolaştırdım. "Birilerini korumak biz denizcilerin ve denizcileri korumak, biz rütbelilerin görevi değil mi zaten Meirin-san?"
Yüzümdeki memnun gülümseme yavaş yavaş belirginleşirken, bir süre sustum adamım. Tekrardan, gözlerim tarlada çalışan insanların üzerinde gezerken, derince bir iç çektim.
"Söyleyeceğiniz bir şey yoksa, artık ben hazırlıklar için işimin başına geçeyim."
Selamımı verip, odadan çıktığımda karargahın diğer rütbelileri ve erleri ile kaynaşmak için yemekhanenin olduğu bloğa doğru yöneldim. Meirin-san'ın söylediğine göre eğer gerçekten kötü denizciler varsa, onların kim olduğunu sanırım yemekhanede öğrenebilirdim. O tip denizciler her zaman ön planda olurlardı zaten, Yavşak Han gibi.
Yemekhanede bir süre takıldıktan sonra odama çekildim, ama odama girdiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Cubis ve Fujiwara odamda, sohbet ediyorlardı. Onları görünce pek şaşırmadan, masanın önündeki koltuklardan birine oturmuş ve bir süre onları süzmüş idim. Ve ardından yarın ki görevden bahsetmiş idim. Özellikle Fujiwara'yı görev hakkında bilgilendirme gereği hissetmiştim adamım; çünkü çocuğun yarın bir şok geçirmesini istemiyordum.
Eğlenceli saatler geçirdikten sonra ise herkes odalarına dağılmış ve bende uyumak için yerime geçmiş idim, yarın büyük gündü dinç olmam lazımdı, değil mi adamım?
Meirin-san'ın bana bu kadar güvenmesine aslında biraz şaşırıyordum. Evet, bir mazimiz olabilirdi ama vakti zamanında kendisine onun tabiri ile şov yapan Henry değişmemişti. Hâlâ aynıydı. İnsanları affetmek onun için bu kadar kolaysa, bu iyi bir şeydi. Kin ve intikam arzusu insanın kalbini kötülükle boyayan en lanet şeylerdir; ama bunun yanı sıra aşırı affeden bir insanın karşısındaki insana kötü bir yanı da olur ya da kendisine. Şöyle açıklamak gerekirse; bir anne çocuğunu her hatasında affedip, onu cezalandırmazsa bir süre sonra çocuğun kafasında 'aman, zaten affedecek, bir şey olmaz!' tarzı düşünce oluşur, sence bu iyi bir şey midir adamım? Bu hem insanın kendisine hemde karşısındaki insana, bir kötülük değil midir? Hoş, ben öyle bir insan olduğumu düşünmüyorum. Yani Meirin-san'ın beni kendince affetmesi benim için bir anlam ifade etmiyor. Belki de hiç darılmamış idi bana. O gün ona yaptığım şeyin aslında iyilik olduğunun en başından beridir farkındadır, bu da bir ihtimal... Ama her şey bir yana adamım bir insan tarafından güvenilir bir insan olarak görülmek gerçekten de insanın göğsünü kabartacak bir duygu, heh!
Kandırılmış bir halk, halkı kandıran tapınakçılar ve onları kurtarmaya çalışan biz denizciler... Bu hikayenin üç ana temeli bunlar sanırım. Bizlere göre kötü adamlar elbette tapınakçılar; ama şöyle bir şey var ki, bu görevin en dikkat edilmesi gereken kısmı, oda kandırılmış halk. Tapınakçılar ile sıkıntı yaşarsak ve bu halk tarafından duyulursa, bu hikayenin kötü adamları biz olabiliriz. En sevmediğim insan topluluğu cinsi, bu iki görevde bir araya gelmiş sanırım adamım. Kendini kullandırtan ve onları kullanan insanlardan gerçekten nefret ediyorum. Yani, yarın bizler canımız pahasına onları korumak için caba sarf ederken bunu onlardan gizli yapacaktık; çünkü eğer buna şahit olurlarsa bize düşman olurlar, ne kadar komik değil mi adamım? Onlar için dövüşüyoruz ama bunu yaparken onlara görünürsek, kötü adam biz oluyoruz, hassiktirsinler oradan! Heh, gerçekten bu durum beni sinirlendiriyor sanırım.
Peki adamım, Meirin-san'ın söylediklerinden sonra, gerçektende kime güvenebiliriz? Eğer içimizde bile bu kadar tapınakçı varsa, gerçekten kime güvenebiliriz?
"İlk olarak, bana duyduğunuz güven için teşekkür ederim Meirin-san. Görev sırasında güveninizi boşa çıkarmamak için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz." dedim ve gözlerimi bir süre odada dolaştırdım. "Birilerini korumak biz denizcilerin ve denizcileri korumak, biz rütbelilerin görevi değil mi zaten Meirin-san?"
Yüzümdeki memnun gülümseme yavaş yavaş belirginleşirken, bir süre sustum adamım. Tekrardan, gözlerim tarlada çalışan insanların üzerinde gezerken, derince bir iç çektim.
"Söyleyeceğiniz bir şey yoksa, artık ben hazırlıklar için işimin başına geçeyim."
Selamımı verip, odadan çıktığımda karargahın diğer rütbelileri ve erleri ile kaynaşmak için yemekhanenin olduğu bloğa doğru yöneldim. Meirin-san'ın söylediğine göre eğer gerçekten kötü denizciler varsa, onların kim olduğunu sanırım yemekhanede öğrenebilirdim. O tip denizciler her zaman ön planda olurlardı zaten, Yavşak Han gibi.
Yemekhanede bir süre takıldıktan sonra odama çekildim, ama odama girdiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Cubis ve Fujiwara odamda, sohbet ediyorlardı. Onları görünce pek şaşırmadan, masanın önündeki koltuklardan birine oturmuş ve bir süre onları süzmüş idim. Ve ardından yarın ki görevden bahsetmiş idim. Özellikle Fujiwara'yı görev hakkında bilgilendirme gereği hissetmiştim adamım; çünkü çocuğun yarın bir şok geçirmesini istemiyordum.
Eğlenceli saatler geçirdikten sonra ise herkes odalarına dağılmış ve bende uyumak için yerime geçmiş idim, yarın büyük gündü dinç olmam lazımdı, değil mi adamım?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Bir miçonun görevi ne denirse yapmaktır. Ne kadar gururunuz olursa olsun, yüksek rütbe emri verdiğinde yerine getirirsiniz. Sizden ne kadar korksalar da, eskiden onlardan rütbece yüksek olsanız da, artık değilsinizdir. Eğer bir miçoysanız, hiçbir değeriniz yoktur.
Sistemi değiştirmek kolay değildir. Hiç olmadı, olmayacak. Hatta normal insanlar sistemin kırılamayacağını düşünür. O bir tekerlek değildir, o bir makinedir ve makinenin çarkları her zaman dönmeye devam edecek. Kim olduğunu düşünürsen düşün, aslında yeteri kadar iyi değilsin. Sistem seni yutabilir, güçsüzleştirir. Eğer gerçekten güçlü değilsen sistem senin kabusundur. Ama benim gibi de olabilirsin. Sistemin düşmanı olmana gerek yok. Sadece işini yapan bir çivi bile olsan, yeterlidir bazen. Yerlerin temiz tutulması bir korsanı yakalamak kadar önemli olmayabilir ama bazı tozların da ortadan kalkması gerekir.
Bazen de yaptığım iş bir tabela düzeltmek olur. Astığım tabelayı yerleştirdim, düzelttim. Tam bir çizgide olduğunu kontrol etmek için kolumu kullandım. Her şey mükemmeldi. Fakat yanıma gelen adamı da görmüştüm. Eski bir kılıç ustası olmanın en iyi yanı, etrafına iyi dikkat edebilme yeteneğiydi. Bu gülen adam kendisini Üsteğmen'in dostu ve aşçı olarak tanıtmıştı. Daha bana söz hakkı bile vermeden beni tutup Henry'nin odasına zorla sürüklerken, aklımdaki genel sorular şöyleydi; şimdi işlerim ne olacak, bu adam ne yapıyor, niye bunu yapıyor? Bu üç sorunun cevabı, şimdilik ana öneme sahipti. Fakat susarak adamın fazla enerjik ve şahsi fikrimce oldukça mantıksız olan davranışlarını ve sözlerini görüp dinledikten sonra konuşacaktım. "Benim adım da Fujiwara. Bir miçoyum. Tanıştığımıza memnun oldum. Ayrıca, buraya girmemizin doğru olduğunu düşünmüyorum, burası bir rütbelinin şahsi odası ve yapmam gereken görevler var." Kibarlığımı koruyarak kendimi tanıtmış ve düşüncelerimi belirtmiştim. Sorduğu soruyu ise duymamış gibi geçiştirmiştim. İstediği kadar merak edebilirdi, çok da merak ediyorsa Üsteğmen'e sorsun. Herhangi birini kolundan tutup başka birinin odasına götürmek, her zaman neresinden bakarsanız bakın kaba bir davranıştı.
Sistemi değiştirmek kolay değildir. Hiç olmadı, olmayacak. Hatta normal insanlar sistemin kırılamayacağını düşünür. O bir tekerlek değildir, o bir makinedir ve makinenin çarkları her zaman dönmeye devam edecek. Kim olduğunu düşünürsen düşün, aslında yeteri kadar iyi değilsin. Sistem seni yutabilir, güçsüzleştirir. Eğer gerçekten güçlü değilsen sistem senin kabusundur. Ama benim gibi de olabilirsin. Sistemin düşmanı olmana gerek yok. Sadece işini yapan bir çivi bile olsan, yeterlidir bazen. Yerlerin temiz tutulması bir korsanı yakalamak kadar önemli olmayabilir ama bazı tozların da ortadan kalkması gerekir.
Bazen de yaptığım iş bir tabela düzeltmek olur. Astığım tabelayı yerleştirdim, düzelttim. Tam bir çizgide olduğunu kontrol etmek için kolumu kullandım. Her şey mükemmeldi. Fakat yanıma gelen adamı da görmüştüm. Eski bir kılıç ustası olmanın en iyi yanı, etrafına iyi dikkat edebilme yeteneğiydi. Bu gülen adam kendisini Üsteğmen'in dostu ve aşçı olarak tanıtmıştı. Daha bana söz hakkı bile vermeden beni tutup Henry'nin odasına zorla sürüklerken, aklımdaki genel sorular şöyleydi; şimdi işlerim ne olacak, bu adam ne yapıyor, niye bunu yapıyor? Bu üç sorunun cevabı, şimdilik ana öneme sahipti. Fakat susarak adamın fazla enerjik ve şahsi fikrimce oldukça mantıksız olan davranışlarını ve sözlerini görüp dinledikten sonra konuşacaktım. "Benim adım da Fujiwara. Bir miçoyum. Tanıştığımıza memnun oldum. Ayrıca, buraya girmemizin doğru olduğunu düşünmüyorum, burası bir rütbelinin şahsi odası ve yapmam gereken görevler var." Kibarlığımı koruyarak kendimi tanıtmış ve düşüncelerimi belirtmiştim. Sorduğu soruyu ise duymamış gibi geçiştirmiştim. İstediği kadar merak edebilirdi, çok da merak ediyorsa Üsteğmen'e sorsun. Herhangi birini kolundan tutup başka birinin odasına götürmek, her zaman neresinden bakarsanız bakın kaba bir davranıştı.
Misafir- Misafir
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Büyük gün gelip çatmıştı. Görev için odalarına bırakılan notları okuduktan sonra sivil kıyafetler giyip limana ilerlemişlerdi üçlü. Gördükleri üzere herkes sivil giyinmişti. Etrafta ne başka bir denizci vardı, ne de Yüzbaşı Meirin. Aval aval sağa sola bakınırken beyaz bir şeyin kendilerine doğru uçtuğunu gördüler. Beyaz şeyi yakaladıklarında bunun bir kağıt olduğunu fark edip açtılar.
Kağıtta "Adaya ayrı ayrı gideceğiz. Kimse bu görevde kimler olduğunu bilmeyecek, bu sizin güvenirliliğiniz ve görevin başarısı için.
Adaya sivil bir gemi ile ilerleyin. Saat 21.00'da kalkan gemiye binerseniz adaya şafak vakti varacaksınız. Gemi parasını verin, gemide bir şeyler için ve dikkat çekmeyin. Adaya çıktığınızda daha fazla bilgi yollayacağım.
Y. M. "
Kağıdı okumaları biter bitmez kağıt ortadan yok olmuştu. Zac bunun Meirin'in yeteneklerinden biri olduğunu biliyordu. Gemiye binip, gemi ücreti olan 50.000 beliyi verdikten sonra ilerlediler. Sıradan büyüklüğe sahip sıradan bir gemiye benziyordu. Güvertenin ortasında yükselen özel kamaralar yaklaşık 1.000.000 beliydi. Diğer kamaralar 2 kat aşağıdaydı. Odalar 4 kişilikti ama gemide çok fazla yolcu olmadığı için odalarını 4. bir kişiyle paylaşmalarına gerek kalmamıştı. Güvertede açık barda insanlar içiyor, muhabbet ediyorlardı.
Şafak vakti geldiğinde ada görünmeye başlamıştı. Sıradan görünümlü adanın kıyı kesiminde kayıklar iskelelerden ayrılmaya başlamıştı. İnsanlar balıkçıklıkla uğraşıyor gibi görünüyordu. Kıyıda geceden çektikleri ağlardan balıkları toplayanlarda vardı. Diğer bir tarafta balıkları kesip etlerini ayıranlar. İşe yaramaz balıkları toplamak isteyen fakirler ve etleri ayrılan balık kılçıklarındaki son nimetlerden faydalanmak isteyen kediler vardı.
Adaya vardığında gemi, büyükçe bir halatla limana bağlanmış. Çapa atılmıştı. Üçlü limana doğru ilerlediklerinde kıyı halkının denize doğru baktıklarını görebiliyordu. Dönüp baktıklarında orta boyutta bir denizci gemisinin kıyıya yanaşmak üzere olduğunu görmüşlerdi. İnsanlar konuşuyordu.
"Neden denizciler burada?"
"Umarım bir sorun çıkmaz."
"Kral denizcileri istemediğini belirtmişti. Savaşmaya mı geldiler?" diyordu paniklemiş halk. Bazı sert yüzler birbirine kafalarıyla işaret ediyorlardı. Ara sokaklarda uygun açıda bekliyordu her biri. Gemi kıyıya yanaşıp çapa atınca, sırasıyla tanıdık yüzler inmişti gemiden.
Yüzbaşı Meirin, Yüzbaşı Gafas, Doktor Yorokobi, Rotacı Ruta. Gölgedeki yüzler kaybolmuştu sonra. Dik ve mağrur yürürken denizci kadınlar bir kağıt daha gelmişti ellerine.
"Ana caddeden ilerleyin. Sukui oteline gidip batıya bakan odayı isteyin. Talimatlarımı bekleyin.
Y. M."
Not aynı şekilde yok olmuştu.
Derken 4 adet mızraklı asker ve arkalarında 10 tane kılıçlı asker krallığın üçgen sembolü göğüslerinde denizcilerin etrafını sarmıştı.
"Geldiğimizden kralınızın haberi var. Bu saçmalığa bir son verin. Dinlenmek için kalacağımız yere götürün bizi derhal." diye buyurmuştu Yüzbaşı Meirin. Askerler itaat etmişti ve gözden kaybolmuşlardı bir süre sonra.
Otele geldiklerinde kahverengi temalı girişte bekleyen adama batıdaki odayı istediklerini söyleyip, 3 kişilik odaya 100.000 beri ödemişlerdi ve 3 çift kişilik yatağı ve banyosu olan sade odaya girmişlerdi...
Rp Out: Notları kimin alıp okuduğu size kalmış. Gemide ki yolculuğunuzu serbest olarak anlatabilirsiniz. Gemi ücreti kişi başıdır. Otel ise üçünüz için toplam 100k'dır.
Kağıtta "Adaya ayrı ayrı gideceğiz. Kimse bu görevde kimler olduğunu bilmeyecek, bu sizin güvenirliliğiniz ve görevin başarısı için.
Adaya sivil bir gemi ile ilerleyin. Saat 21.00'da kalkan gemiye binerseniz adaya şafak vakti varacaksınız. Gemi parasını verin, gemide bir şeyler için ve dikkat çekmeyin. Adaya çıktığınızda daha fazla bilgi yollayacağım.
Y. M. "
Kağıdı okumaları biter bitmez kağıt ortadan yok olmuştu. Zac bunun Meirin'in yeteneklerinden biri olduğunu biliyordu. Gemiye binip, gemi ücreti olan 50.000 beliyi verdikten sonra ilerlediler. Sıradan büyüklüğe sahip sıradan bir gemiye benziyordu. Güvertenin ortasında yükselen özel kamaralar yaklaşık 1.000.000 beliydi. Diğer kamaralar 2 kat aşağıdaydı. Odalar 4 kişilikti ama gemide çok fazla yolcu olmadığı için odalarını 4. bir kişiyle paylaşmalarına gerek kalmamıştı. Güvertede açık barda insanlar içiyor, muhabbet ediyorlardı.
Şafak vakti geldiğinde ada görünmeye başlamıştı. Sıradan görünümlü adanın kıyı kesiminde kayıklar iskelelerden ayrılmaya başlamıştı. İnsanlar balıkçıklıkla uğraşıyor gibi görünüyordu. Kıyıda geceden çektikleri ağlardan balıkları toplayanlarda vardı. Diğer bir tarafta balıkları kesip etlerini ayıranlar. İşe yaramaz balıkları toplamak isteyen fakirler ve etleri ayrılan balık kılçıklarındaki son nimetlerden faydalanmak isteyen kediler vardı.
Adaya vardığında gemi, büyükçe bir halatla limana bağlanmış. Çapa atılmıştı. Üçlü limana doğru ilerlediklerinde kıyı halkının denize doğru baktıklarını görebiliyordu. Dönüp baktıklarında orta boyutta bir denizci gemisinin kıyıya yanaşmak üzere olduğunu görmüşlerdi. İnsanlar konuşuyordu.
"Neden denizciler burada?"
"Umarım bir sorun çıkmaz."
"Kral denizcileri istemediğini belirtmişti. Savaşmaya mı geldiler?" diyordu paniklemiş halk. Bazı sert yüzler birbirine kafalarıyla işaret ediyorlardı. Ara sokaklarda uygun açıda bekliyordu her biri. Gemi kıyıya yanaşıp çapa atınca, sırasıyla tanıdık yüzler inmişti gemiden.
Yüzbaşı Meirin, Yüzbaşı Gafas, Doktor Yorokobi, Rotacı Ruta. Gölgedeki yüzler kaybolmuştu sonra. Dik ve mağrur yürürken denizci kadınlar bir kağıt daha gelmişti ellerine.
"Ana caddeden ilerleyin. Sukui oteline gidip batıya bakan odayı isteyin. Talimatlarımı bekleyin.
Y. M."
Not aynı şekilde yok olmuştu.
Derken 4 adet mızraklı asker ve arkalarında 10 tane kılıçlı asker krallığın üçgen sembolü göğüslerinde denizcilerin etrafını sarmıştı.
"Geldiğimizden kralınızın haberi var. Bu saçmalığa bir son verin. Dinlenmek için kalacağımız yere götürün bizi derhal." diye buyurmuştu Yüzbaşı Meirin. Askerler itaat etmişti ve gözden kaybolmuşlardı bir süre sonra.
Otele geldiklerinde kahverengi temalı girişte bekleyen adama batıdaki odayı istediklerini söyleyip, 3 kişilik odaya 100.000 beri ödemişlerdi ve 3 çift kişilik yatağı ve banyosu olan sade odaya girmişlerdi...
Rp Out: Notları kimin alıp okuduğu size kalmış. Gemide ki yolculuğunuzu serbest olarak anlatabilirsiniz. Gemi ücreti kişi başıdır. Otel ise üçünüz için toplam 100k'dır.
Grand Line Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 110
Kayıt tarihi : 21/01/16
Geri: Inori Ja Jikan[ Henry, Fujiwara]
Yavaşça üzerime çöken yorgunluk, önce göz kapaklarımı sonrada tüm vücudumu karanlık bir uykuya daldırdı. Uzun ve belkide yıllardır hiç olmadığı kadar rahat bir uyku sonrası sabaha gözlerimi açtığımda, mental ve fiziksel olarak kesinlikle hazırdım. Bugün büyük gündü, Grand Line atanmamın sonucu doğduğum deniz olan bu azgın sularda ilk görevime çıkacaktım. Heyecanlıydım ve bu bana göre iyi bir şeydi. Heyecan insanı dinç tutar ve elindeki en iyi performansı göstermesi için motive ederdi. Uzunca bir palto, basit kahverengi tonlarında bir pantolon ve onun altına siyah parlatılmış bir kundura çektim. Beyaz bir gömlek ve boynuma atıp, iki ucunu da sağ ve sol omzundan göğüslerime doğru düşürdüğüm atkım ile hafif kabadayımsı bir havam, belki de tamamı ile şık bir görünüm vardı. Aynaya bakma gereksimi duymadım; çünkü en basit giyim tarzı bile yıllardır üzerinde aynı üniformaları giyen benim için farklı gözükecekti. Benim fikirlerimden daha çok, insanların fikirleri daha mühim idi.
Limana doğru giderken, bana eşlik etmeleri için seçtiğim Cubis ve Fujiwara ile karşılaştım. Fujiwara büyük ihtimalle oldukça şaşkın ve ben buraya nasıl düştüm tarzı sorularla kafasını yoruyordur; ama denizciliğe olan sadakatinden olsa gerek bir miço olmasına rağmen, bugün bu görevi kabul edebiliyor. İtiraz yok, mızmızlanma yok... Kesinlikle ileride büyük bir denizci olacağı aşikar. Cubis ise, her zaman ki gibi işte, az çok tanıdın zaten onu adamım. Fazla laf kalabalığına gerek yok değil mi? Kısacası Cubis solumda ve Fujiwara sağımda... Bu hayatta sanırım rahatlıkla güvenebileceğim bir kaç insan biri olan iki insan şu an yanımda yürüyor, sen ne dersin adamım?
Limana varmamıza az bir vakit kala, çevreyi göz ucuyla gözlerken üzerimize doğru ayarlanmış bir istikamette uçan beyaz bir şey dikkatimi çekti adamım. Bu beyaz bir şey üzerimize doğru yaklaştıkça onun bir kağıt olduğunu anladım; fakat bu kağıt rastgele rüzgara kapılmış bir kağıt değil gibiydi, bu biraz şeytan işine benziyordu. Kağıdı usulca tek bir hamlede yakaladığımda Yüzbaşı Meirin’den gelen bir not gördük. Notta adaya nasıl gideceğimizi ve neler yapmayacağımı anlatıyordu. Aslında bunu çoktan fark etmiş sayılırdım ben, zira sivil bir şekilde giyinmiştik ve haliyle bir denizci gemisi ile malum adaya gitmeyecektik. O yüzden geriye sivil bir gemi kalıyordu ve bu gemide akşam dokuz sularında kalkacaktı. Hızlı olmamız ve gemiye kaçırmamız gerekiyordu, nitekim kaçırmadık zaten.
Gemide basit, sıkıntısız bir yolculuk sürecini atlattık diyebilirim. İçtik, sohbet ettik, yedik ve sıçtık. Şaşalı ve parası dolgun olan kamaralar'dan ziyade, iki kat aşağıdaki daha ucuza gelen kamaralarda üç kişi seyahat ettik. Hoş odalar dört kişilikti ama dördüncü bir kişi olmadığından, oldukça rahat ve güzel bir yolculuk geçirdiğimi söyleyebilirim sanırım.
Şafağa doğru ada görünmeye başlamış ve içimdeki heyecan kıpırtısı tekrardan sivrilmiş idi. Yaklaştıkça adanın detayları daha bir görünür oluyordu. Balıkçılıkla uğraşan ada halkı, her adada olduğu gibi artıklara bile göz yumacak kadar fakirleşmiş bir kesim ve kediler... Sanırım insanlığın geldiği son noktayı bir kez daha görüyor benim bu genç gözlerim. Yazık gerçekten... Bir taraf karnı patlayana kadar yerken bir taraf balık artıklarıyla karnını doyurmak için caba gösteriyor, yazık... Bu kabul edilemez düzen dünyanın her çağında böyle devam edecek mi acaba? Bir taraf açken bir taraf tok olacak mı acaba? Merak ediyorum doğrusu. Şu an olmasada umarım gelecekte bir gün bu düzeni değiştirebilecek kadar söz sahibi olabilirim.
Adaya vardığımızda dev geminin limana bağlanması gibi basit işlerin ardından, limana ayak basabilmiştik. Burnumuza nüfus eden yoğun balık kokusu ve çevrede dolaşan sivrisineklerin getirdiği rahatsızlık ile irkilsemde, buna alışmam ya da kendimi alıştırmam çok uzun sürmemiş idi Biraz iç kesimlere doğru ilerlediğimde ise fısıltılar duymaya başlamış ve bu fısıltılar sonrası denize doğru gözlerimi çevirmiş idim. Gördüğüm şey ise bir gemiydi, denizci gemisi. Duyduğum fısıltılar ise denizci gemisinin halkta uyandırdığı rahatsız duygularla ilgiliydi. Nasıl bir halk denizci gemisinden rahatsız duyabilir ki? Tapınakçılar gerçekten bu kadar kör edebilmeyi başarmış mı bunları?
Gemi limana vardığında tanıdık yüzler inmişti benim ve Cubis için. Yüzbaşı Gafas, Rotacı Ruta ve Doktor Yorokobi... Anlaşılan East Blue ekibi bir kaç eksikle beraber tekrardan bir araya gelmiş idi. Tanrı bizi ayırmak istemiyor gibiydi, sen ne dersin adamım?
"Cubis! Yüzbaşı Gafas bile burada, şuradan bir yerden Kaptan Fumador çıkacak diye korkuyorum. East Blue'da rütbeli kalmamış." diye Cubis'e fısıldayıp kıkırdamamın ardından tekrardan bir kağıt bize doğru gelmiş ve bu sefer yerleşeceğimiz otelle ilgili bilgiler vermiş idi. Ayrıca o sırada bir grup krallık askeri bizim kızların önünü kesmiş idi; ama Meirin-san çabucak olaya el atmış ve sorunu çözmüştü. Hoş askerler çekilmekte ısrar etmeseydi muhtemelen perişan ederdi bizimkiler, boş bir kız tayfasına benzemiyor bu zira. Çok fena dedikodular dönüyordur orada, benden söylemesi.
Kağıdı ağzıma doğru götürüp, hafif bir ateş püskürterek kağıdı imha edip, küllerini havaya saldıktan sonra otele doğru ilerlemiş ve Yüzbaşı Meirin'in söylediği üç kişilik odayı bir miktar karşılığında tutmuş idik. Odaya girdiğimizde üç yatağı ve bir banyosu olan sade bir oda karşılamış idi bizi, şimdi bekleme vaktiydi.
"Beyler... Dürüst olmak gerekirse Meirin-san'ın planını tam olarak anlamış değilim. Kendilerini deşifre ederken, bizleri neden gizlemek istedi bilmiyorum. Muhtemelen biz üçümüzü farklı bir şekilde kullanacak, yani bu görevin en ağır yükünü biz üçümüz çekebiliriz. O yüzden hazır olun, en ufak hata üçümüzün hayatına ve görevin başarısızlığına sebep olabilir; ama şüphem yok, o yüzden siz ikinizi seçtim. Bize verilen her görevi laiği ile yerine getireceğimizden kesinlikle şüphem yok."
Konuşmamı yaptıktan sonra batıya bakan pencereye doğru yöneldim ve ellerimi arkada birleştirerek beklemeye koyuldum. Bakalım neler olacak?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
2 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz