Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
1 sayfadaki 3 sayfası
1 sayfadaki 3 sayfası • 1, 2, 3
Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Benite’nin nefessiz bırakan nemine dayanmak çok zordu onun için. Winter’ın delici soğuğunda yetişmiş biri için deniz seviyesinin altında kalan bu bunaltıcı adada durmak çile sayılırdı. Yine de kaderi onu buraya sürüklemişti.
Demirlerle güçlendirilmiş büyük ahşap iskeleden yürüyüp küçük şehre vardığında etrafına bakındı. İnce kumaştan geniş kıyafetler giymiş insanlar, Pazar yerinde sebze ve meyve satanlar arasında koşturuyordu. Haşhaş sütü ve kuru haşhaş satan ufak dükkanın önünde üç kişi hararetli bir tartışmaya girmiş, pazardan gelen gürültüyü bazen bastıran bağrışmalarla konuşuyorlardı.
Yapay limanın hemen önündeki bu ufak şehrin evleri beyaza boyanmış ahşaptan, düz damlıydı. Hemen her evin önüne dikilen iki direk arasına açık renkli kumaşlar gerilerek gölgelikler yapılmış ve bunların altında hasır serip yumuşak döşeklerinde yayılarak sohbet eden insanların tüttürdüğü tütünün kokusu havaya sinmişti.
Şehirdeki herkes ince kumaştan geniş kıyafetler giymiş, başlarına beyaz şallar veya geniş hasır şapkalar takıyordu. Ayaklarındaki sandaletlerle de bu sıcak ve nemli adanın iklimine uyum sağlamışlardı.
Genç avcı sakin adımlarla pazarın içine girerken portakal tezgahının önünde sohbet eden iki kişiye kulak misafiri oldu.
-Hanaf’ın hayvanlarına ne olduğunu duydun mu?
-Zavallı adam. Canını kurtardığı için şanslı.
-Birinin o yaratığı yok etmesi lazım artık.
Sokak uzadıkça Pazar bitiyor ve kasabanın içleri görünüyordu. Pazarın sonunda bir tabureye oturmuş, bıçağıyla elindeki kısa sopayı sivrilten adamın başında genişçe bir şapka, uzunca bir ceket ve ayağında çizmeler vardı.
İleride bir haşhaş dükkanı daha vardı, önünü gölgeleyen açık renk kumaştan brandanın altına kurulmuş genç, yılgınca elindeki başak sapını ayıklıyordu.
Genç avcı ilerledi…
Demirlerle güçlendirilmiş büyük ahşap iskeleden yürüyüp küçük şehre vardığında etrafına bakındı. İnce kumaştan geniş kıyafetler giymiş insanlar, Pazar yerinde sebze ve meyve satanlar arasında koşturuyordu. Haşhaş sütü ve kuru haşhaş satan ufak dükkanın önünde üç kişi hararetli bir tartışmaya girmiş, pazardan gelen gürültüyü bazen bastıran bağrışmalarla konuşuyorlardı.
Yapay limanın hemen önündeki bu ufak şehrin evleri beyaza boyanmış ahşaptan, düz damlıydı. Hemen her evin önüne dikilen iki direk arasına açık renkli kumaşlar gerilerek gölgelikler yapılmış ve bunların altında hasır serip yumuşak döşeklerinde yayılarak sohbet eden insanların tüttürdüğü tütünün kokusu havaya sinmişti.
Şehirdeki herkes ince kumaştan geniş kıyafetler giymiş, başlarına beyaz şallar veya geniş hasır şapkalar takıyordu. Ayaklarındaki sandaletlerle de bu sıcak ve nemli adanın iklimine uyum sağlamışlardı.
Genç avcı sakin adımlarla pazarın içine girerken portakal tezgahının önünde sohbet eden iki kişiye kulak misafiri oldu.
-Hanaf’ın hayvanlarına ne olduğunu duydun mu?
-Zavallı adam. Canını kurtardığı için şanslı.
-Birinin o yaratığı yok etmesi lazım artık.
Sokak uzadıkça Pazar bitiyor ve kasabanın içleri görünüyordu. Pazarın sonunda bir tabureye oturmuş, bıçağıyla elindeki kısa sopayı sivrilten adamın başında genişçe bir şapka, uzunca bir ceket ve ayağında çizmeler vardı.
İleride bir haşhaş dükkanı daha vardı, önünü gölgeleyen açık renk kumaştan brandanın altına kurulmuş genç, yılgınca elindeki başak sapını ayıklıyordu.
Genç avcı ilerledi…
- Spoiler:
- Başlamıştır, keyifli oyunlar
En son North Blue Anlatıcı tarafından Cuma 26 Şub. 2016, 20:09 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
North Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 184
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Sonunda kurtulmuştum o iğrenç adadan ve o nefret edilesi insanlardan. Gelmiştim yeni bir adaya. Bu yepyeni bir maceranın başlangıcıydı benim için. ''Oh be!'' diye haykırdım içimden. Ama yine de dönmemişti şansım. Bu sefer de sinirimi bozan anasını sattığımın adasıydı. O lanet soğuk adada yaşadığım için dayanıklı değildim tabii ki bu kadar neme .
"Neyse" dedim içimden. Zehir etmeyeyim yeni maceramı kendime. Sonuçta gemiden iniyordum. "Geri dönemezdim ya!" diye düşünerek demirle güçlendirilmiş kıytırık ahşap iskelede yürümeye başladım. Her tarafı yıkık ve eskimişti iskelenin. Sırf yeniden yapmamak için demirle güçlendirmişlerdi sanırım. Ne üşengeç bir toplummuş diyorum, Başka ne diyeyim onlara! Gülerek ilerledim. İskeleden devam ederek sonunda şehre vardım. Bir bakındım etrafıma. Geçmişimdeki o lanet adayla arasında hiçbir farkı yoktu bu adanın da, belki de hiçbir adanın da olmayacaktı zira her zaman etrafta koşuşturan insanlar olacaktı. Sadece kıyafetleri, kültürleri değişecekti insanların. Bunların kıyafetleri ise ince kumaştan yapılmış geniş kıyafetlerdi. Kültürlerini ise bilmem mümkün değildi zaten. insanlar ne hep aynılar ki diye sorgulayıp, ilerlerken kendimi Pazar yerinde buldum. İlerdeki dükkanların birinde bir-iki, hmm üç kişi tartışıyordu aralarında, bağrışmaları ta buraya kadar geliyordu zaten. Anlık bir Karar verdim. Ağızlarının hakkını verecektim onların çünkü kulak zevkimi bozan kelimeler ediyorlardı. Yanlarına doğru giderken dükkanı gördüm ilk, haşhaş sütü ve kuru haşhaş satan küçük bir dükkandı. Bu, beni ilgilendirmezdi gerçi. İlerleyip adamların yanına vardım. Tam saldıracaktım ki onlara etraftaki çok fazla kişi olduğunu fark ettim. Acaba saldırsaydım ne olurdu bana? şöyle cevaplamıştı aklım beni ’’ boku yersin ne olacak’’ bu seferliğine onu dinlemeye karar verip pazarın çıkışına doğru ilerledim.
Böylece pazardan çıkıp ufak bir şehre gelmiştim. Buranın evleri beyaza boyanmış ve ahşaptandı. Ha bir de düz damlılardı işte. Dikkatimi çeken şey ise hemen her evin önüne iki direk arasına açık renkli kumaşlardan yapılmış gölgeliklerdi, ne güzel yatılırdı onların arkasında... İnsanlarda benim gibi düşünüyormuş demek ki. Biraz daha dikkatli baktığımda gölgeliklerin altına hasır serip yumuşak döşeklerine yayılarak sohbet eden ve o lanet şeyi tüttüren insanları görüyordum. Havayı da tütün kokusuna boğmuşlardı. Nasıl da mutluydular. İnce kumaştan beyaz, geniş kıyafetler giymiş başlarına beyaz şallar, hasır şapkalar takarak nemli ve sıcak havanın keyfini çıkarıyorlardı. ‘’Neyse’’ dedim yine. Benim yoktu burada bir işim, sanki burada yaşayacağım gibi anlatıyorum iki saattir. Canım sıkılmış bir vaziyette pazarın içine doğru ilerlemeye başladım yine. İlerde portakal tezgahının orada iki kişi sohbet ediyordu. Ben de can sıkıntısından bıkkınlık gelmiş bir biçimde, yavaş adımlarla sürünürcesine yanlarından geçiyordum. Adamların ettiği sohbet dikkatimi çekti. Hanaf adlı birinin hayvanlarını yok eden bir yaratıktan bahsediyorlardı. Bunu duyduğunda ruhum ''sonunda ULAN! Bu adada yapacak bir şey buldum'' diye haykırdı. O yaratığı aramaya başladım aniden. Sokak ilerledikçe sonunda pazarda bitiyor, pazarın sonunda taburede oturmuş bir adam görünüyordu. Geniş bir şapka, uzunca bir ceket ve çizme giymişti, tek yaptığı şey ise elindeki küçük sopayı sivriltmekti. Ne halt yemeye orada duruyordu acaba. Onun da yanından geçip ilerledim. Son olarak gördüğüm yine bir haşhaş dükkanıydı aklıma, pazardaki o üç adam gelmişti. Bir anlığına sinirlenip haşhaş dükkanına bakmaya gittim. Haşhaş dükkanını gölgeleyen açık renk kumaştan brandanın altına kurulmuş bir genç elindeki başak sapını ayıklıyordu, sonra merak ettim aniden. ‘’Neden mal gibi bu çocuğu bakıyordum, neden vakit kaybediyordum? Ne işim var lan benim burada ? ‘‘ diye düşünerek yaratığı bulmak için ilerlemeye devam ettim.
"Neyse" dedim içimden. Zehir etmeyeyim yeni maceramı kendime. Sonuçta gemiden iniyordum. "Geri dönemezdim ya!" diye düşünerek demirle güçlendirilmiş kıytırık ahşap iskelede yürümeye başladım. Her tarafı yıkık ve eskimişti iskelenin. Sırf yeniden yapmamak için demirle güçlendirmişlerdi sanırım. Ne üşengeç bir toplummuş diyorum, Başka ne diyeyim onlara! Gülerek ilerledim. İskeleden devam ederek sonunda şehre vardım. Bir bakındım etrafıma. Geçmişimdeki o lanet adayla arasında hiçbir farkı yoktu bu adanın da, belki de hiçbir adanın da olmayacaktı zira her zaman etrafta koşuşturan insanlar olacaktı. Sadece kıyafetleri, kültürleri değişecekti insanların. Bunların kıyafetleri ise ince kumaştan yapılmış geniş kıyafetlerdi. Kültürlerini ise bilmem mümkün değildi zaten. insanlar ne hep aynılar ki diye sorgulayıp, ilerlerken kendimi Pazar yerinde buldum. İlerdeki dükkanların birinde bir-iki, hmm üç kişi tartışıyordu aralarında, bağrışmaları ta buraya kadar geliyordu zaten. Anlık bir Karar verdim. Ağızlarının hakkını verecektim onların çünkü kulak zevkimi bozan kelimeler ediyorlardı. Yanlarına doğru giderken dükkanı gördüm ilk, haşhaş sütü ve kuru haşhaş satan küçük bir dükkandı. Bu, beni ilgilendirmezdi gerçi. İlerleyip adamların yanına vardım. Tam saldıracaktım ki onlara etraftaki çok fazla kişi olduğunu fark ettim. Acaba saldırsaydım ne olurdu bana? şöyle cevaplamıştı aklım beni ’’ boku yersin ne olacak’’ bu seferliğine onu dinlemeye karar verip pazarın çıkışına doğru ilerledim.
Böylece pazardan çıkıp ufak bir şehre gelmiştim. Buranın evleri beyaza boyanmış ve ahşaptandı. Ha bir de düz damlılardı işte. Dikkatimi çeken şey ise hemen her evin önüne iki direk arasına açık renkli kumaşlardan yapılmış gölgeliklerdi, ne güzel yatılırdı onların arkasında... İnsanlarda benim gibi düşünüyormuş demek ki. Biraz daha dikkatli baktığımda gölgeliklerin altına hasır serip yumuşak döşeklerine yayılarak sohbet eden ve o lanet şeyi tüttüren insanları görüyordum. Havayı da tütün kokusuna boğmuşlardı. Nasıl da mutluydular. İnce kumaştan beyaz, geniş kıyafetler giymiş başlarına beyaz şallar, hasır şapkalar takarak nemli ve sıcak havanın keyfini çıkarıyorlardı. ‘’Neyse’’ dedim yine. Benim yoktu burada bir işim, sanki burada yaşayacağım gibi anlatıyorum iki saattir. Canım sıkılmış bir vaziyette pazarın içine doğru ilerlemeye başladım yine. İlerde portakal tezgahının orada iki kişi sohbet ediyordu. Ben de can sıkıntısından bıkkınlık gelmiş bir biçimde, yavaş adımlarla sürünürcesine yanlarından geçiyordum. Adamların ettiği sohbet dikkatimi çekti. Hanaf adlı birinin hayvanlarını yok eden bir yaratıktan bahsediyorlardı. Bunu duyduğunda ruhum ''sonunda ULAN! Bu adada yapacak bir şey buldum'' diye haykırdı. O yaratığı aramaya başladım aniden. Sokak ilerledikçe sonunda pazarda bitiyor, pazarın sonunda taburede oturmuş bir adam görünüyordu. Geniş bir şapka, uzunca bir ceket ve çizme giymişti, tek yaptığı şey ise elindeki küçük sopayı sivriltmekti. Ne halt yemeye orada duruyordu acaba. Onun da yanından geçip ilerledim. Son olarak gördüğüm yine bir haşhaş dükkanıydı aklıma, pazardaki o üç adam gelmişti. Bir anlığına sinirlenip haşhaş dükkanına bakmaya gittim. Haşhaş dükkanını gölgeleyen açık renk kumaştan brandanın altına kurulmuş bir genç elindeki başak sapını ayıklıyordu, sonra merak ettim aniden. ‘’Neden mal gibi bu çocuğu bakıyordum, neden vakit kaybediyordum? Ne işim var lan benim burada ? ‘‘ diye düşünerek yaratığı bulmak için ilerlemeye devam ettim.
Misafir- Misafir
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Genç avcı pazarı geçip şehrin sokaklarına doğru ilerlerken ani bir gürültü ve bağrışmalar duydu ardından. Şehrin kıyafetlerini giymemiş, yabancı olduğu her halinden belli ceketli adam, karşısındaki haşhaş dükkanına dalarak para dolu kasayı olduğu gibi kapmıştı anlaşılan. Çocuğun feryatlarından bu anlaşılıyordu en azından. Şimdi ise pazarda var gücüyle koşturup ortalığı karıştırıyordu. Karmaşa ve gürültü tüm pazarı kaplamıştı aniden. Ticaret gemilerinden biriyle gelen alışıldık hırsızlardan biriydi. Gencin durduğu evin önünde sohbet edenlerden biri yüksek sesle gülerek yorum yapıyordu: “Acemi sersem! Denizci erleri şimdi enseler bu salağı! Ahahaha!” Yanındaki ona hak verircesine güldü gür sesiyle: “Geçen seferkini hatırlıyor musun? Aptallar, haşhaşın çok sattığını duyan soluğu burada alıyor. Berehehe!” keyifle kıkırdıyordu öteki de: “Kasadaki üç kuruşu görünce ne yapacak acaba?” Şimdi ikisi de karşılıklı gülüşüp sulu şişenin üstsünde közle kızaran tütünlerini daha bir keyifle çekiyorlardı. Günün bu saatinde boş boş oturup tütün keyfi yapmak sıradan bir şeydi bu sıcak ülkede. Calm Belt’in yakınlarında, güneşin ışıklarını bolca aldıkları bu kuşaktaki denizden bile altta kalan bu adada bunaltıcı tenha adada yapacak daha iyi bir şey de bulamıyorlardı.
Genç bu konuşmaları henüz hazmederken ardından “Hanaf!” diye bir nida işitti. Elinde uzun asasıyla sendeleyerek gelen şapkalı, fistanını kemerle beline tutturmuş adam Hanaf olmalıydı. Yüzündeki sıkıntı rahatlıkla okunabiliyordu. Az önce gülenler şimdi yüzlerinde bir mahcubiyet ve şefkatle duruyordu. Hanaf dedikleri yaşlıca adam, yanlarına kuruldu. Beze serilmiş tam kurumamış tütünden bir tutam alıp piposuna doldurdu, tütünü sıkıştırdı, tepesini tekrar doldurarak yine sıkıştırdı ve yaktı bir kibrit çöpüyle. Asasını duvara dayamış, fistanını toplayarak bağdaş kurmuş halde sırtını duvara yaslayarak derince ciğerlerine çekti tütünü. Kaybettiği hayvanların hesabını düşünüyordu şimdi.
Kapı eşiğine kurulmuş mavi kıyafetli olan konuştu önce
-Kaç oldu?
-Bununla 17. Kahrolası yaratık, az daha beni de yiyordu.
Hanaf hem sıkıntılı hem öfkeliydi bu kez. Şapkasını ittirip boş eliyle saçlarını kavradı, üflediği duman tüm sıkıntısını havaya salıyordu. Sözüne devam etti.
-Denizciler de yanaşmıyor bu işe. Sadece ben de değilim ki, lanet olasıcalar! Minma’nın sekiz koyununu yuttu bu bu tanrının cezası! Zavallı Doran artık bacaklarını kullanamıyor. Çiftçiler de huzursuz artık, tarlarına gitmeye çekiniyorlar. Böyle giderse ekmeğimden olacağım iyice.
Başında genişçe bağlanmış beyaz şal olan söze karıştı.
-Etvana yeni bir avdan bahsediyordu geçen gün. Ahmak herif, yılmadı gitti. Acemice tuzaklarıyla onu yakalayabileceğini sanıyor hala. Geçen sefer ölenlerin yası bitmemişken hem de!
Hanaf bir ah ederek yakınmalarına devam edecekti ki karşılarında dikip onları dinleyen genci gördü, biraz merak ve biraz da hiddetle ona haykırdı: “Sohbetimiz çok mu ilgini çekti velet! Ne dikiliyorsun şu kahrolası güneşin altında!? Beyaz saçları kuruyasıca! Zaten derdimiz başımızdan aşkın, söyleyecek bir şeyin yoksa bas git işine! ”
O bunları söylerken, hafiflemiş de olsa pazardan hala olağandışı gürültüler yükseliyordu. Acemi hırsız almış başını gidiyordu muhtemelen. Güneş ise bu saatte kavuruyordu, yoğun nem nefes aldırmıyordu.
North Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 184
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Yaratığı bulmak için ilerlerken pazardan çıkmış, şehir sokaklarında ilerlemeye başlamıştım. Aniden şehre geldiğimden beri görmediğim,şehrin kıyafetlerini giymemiş olan biri geçti önümden. Ardından da onu adeta takip eden büyük bağrışmalar duyuldu. ‘’ Ah be salak, ne olacaktı az rahat dursaydın?’’ diye sitem ediyordum bende içimden. ne diyeyim başka ona! Onun yüzünden az öncesine kadar sessizlikten geberen sokak nasıl derler? Ha '’Kaos ortamına'' döndü bir anda. Etraftaki söylentilere göre ise hırsız, şehre gelen turistlerden biri olan ceketli,siyah renkli kıyafetler ve beyaz bir ayakkabı giyen adammış . Ya da bu bağrışmalar bir hırsızın olduğunu gösteriyordu en azından. Hırsız adam ise şu anda bütün pazarı birbirine katmış, insanların o leş sesleriyle benim kulaklarıma zarar veriyordu. Garip olan olay ise çevredeki evlerin birinin önünde iki adam bu durumu gülerek karşılıyor ve bu bunaltıcı havada közle kızaran o lanet şeyi tüttürüyorlardı.
Rahatlıklarından anlaşılan bu tarz hırsızlıklar her zaman oluyordu buralarda . Bir kaç dakika sonra haklı olduğum kanıtlandı. Anladığım kadarıyla, Haşhaşın çok satıldığını duyan acemi hırsızlar buraya geliyor ve ellerinde üç kuruşla geri dönüyorlarmış. Bazen de denizcilere yakalanıyorlarmış salaklar. Gülmeleri de normalmiş aslında . Hala da gülüp konuşmaya devam ediyorlardı . Bende biraz düşündükten sonra bu adamları dinlemeye karar verdim. Çünkü yorulmuştum. Ayrıca bu adamlar pazardaki koşturan adamlara nazaran daha fazla şey biliyor gibi görünüyorlardı. Onlar kahkahalarıyla konuştu, bende belki bir bilgi edinirim diye dinlemeye devam ettim. Bir kaç dakika sonra ise istediğimden fazlasını aldım. İlk önce hanaf ismi çıktı yine karşıma, ardından da hanafın ta kendisi. Yaşlı uzunca bir adamdı bu hanaf, fistanını beline tutturmuştu. Sendeleyerek yürüdüğü için anlaşılan uzunca bir asa taşıyordu yanında. Bunun yanında aşırı derecede sıkılgan görünüyordu.
Ulan insanlar ne gariptir ki az önceki olayı gülerek karşılayanlar şimdi hüzün içine düşmüşlerdi. Ben de baka kaldım öylece bir kaç dakika . Hanaf da bu süre içinde yavaşça yürüyerek adamların yanına geldi. Yerdeki kurumamış zehirden biraz aldı ve piposuna doldurdu. Ben de ‘’Bu da nasıl ada , tütün kullanmayan yerlisi yok lan’’ diye isyan ediyordum içimden. Neyse beni boş verelim şimdi ihtiyarın derdini öğrenelim.’’ Belki para kazanırım lan adamın sorunundan’’ diye düşünerek gözlemlemeye devam ettim ihtiyarı. İhtiyar ise kendi içinde alemlere dalmıştı bir kaç dakika içinde. Uzun sopasını yana atmış,belindeki fistanı toplayarak, duvara yaslanmıştı. İçine iyice çekiyordu zehiri işte. Ciğerlerine kadar çekiyordu. O somurtkan yüzüyle. Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla oldukça düşünceliydi. Bunun fark edende tek kişide ben değildim tabii ki. Solda duran kilolu ,mavi kıyafetli adamda ihtiyarın derdini anlamış ve bunun kaçıncı hayvan olduğunu sormuştu.
Hanaf'da ona on yedi hayvanının parçalandığını az daha kendinin de kefene gittiğini söylemişti. Öfkeli bir biçimde. Tek eliyle de saçlarıyla oynuyor, diğer eliyle de tütününü tüttürmeye devam ediyordu . Sonra yine başladı söze, ilk önce denizcilere sitem etti öfkelice, ‘’ nasıl yaratık lan bu denizciler bile karışmıyor.’’ Diye düşünüyordum bende. Ardından ihtiyar devam etti, tek zararlı olanın kendi olmadığından bahsetmeye başladı. Bir arkadaşının sekiz hayvanının öldüğünü, diğer arkadaşının da bacaklarından olduğunu söylüyordu. Ha birde tam duyamadım ama sanırım çiftçiler artık tarlaya girmekten korkuyorlarmış herhalde. Dert yanıyordu işte böyle söylenerek ihtiyar. Onun ardından da zayıf ve beyaz şal giymiş olan adam başladı konuşmaya Etvena diye bir heriften bahsediyordu o da. Benim gibi yaratığı avlamaya çalışıyormuş herhalde basit tuzaklarıyla. Boşuna uğraşıyormuş adam, eğer dedikleri kadar tehlikeliyse bu yaratık zaten öyle basit tuzaklarla yakalanamazdı. Ben böyle düşünürken o kadar dalmıştım beni yanlarına çağıran ihtiyarı bile duymuyordum. ‘’Beyaz saçları kuruyasıca ‘’ lafını duydum bir tek. Hakaret yemeye alışmışım herhalde. Bu bunaltıcı havada Yürümeye başladım lanet ihtiyarın yanına ve işin garibi hala pazardan çığlıklar geliyordu. Yakalayamamışlar hala adamı. ‘’sanırım bu seferki acemi bir hırsız değilmiş ha ‘’ diye oturan 2 adama bağırarak yanlarına ilerledim . Sonra İhtiyara döndüm ve yaratığın nerede olduğunu sordum.
Rahatlıklarından anlaşılan bu tarz hırsızlıklar her zaman oluyordu buralarda . Bir kaç dakika sonra haklı olduğum kanıtlandı. Anladığım kadarıyla, Haşhaşın çok satıldığını duyan acemi hırsızlar buraya geliyor ve ellerinde üç kuruşla geri dönüyorlarmış. Bazen de denizcilere yakalanıyorlarmış salaklar. Gülmeleri de normalmiş aslında . Hala da gülüp konuşmaya devam ediyorlardı . Bende biraz düşündükten sonra bu adamları dinlemeye karar verdim. Çünkü yorulmuştum. Ayrıca bu adamlar pazardaki koşturan adamlara nazaran daha fazla şey biliyor gibi görünüyorlardı. Onlar kahkahalarıyla konuştu, bende belki bir bilgi edinirim diye dinlemeye devam ettim. Bir kaç dakika sonra ise istediğimden fazlasını aldım. İlk önce hanaf ismi çıktı yine karşıma, ardından da hanafın ta kendisi. Yaşlı uzunca bir adamdı bu hanaf, fistanını beline tutturmuştu. Sendeleyerek yürüdüğü için anlaşılan uzunca bir asa taşıyordu yanında. Bunun yanında aşırı derecede sıkılgan görünüyordu.
Ulan insanlar ne gariptir ki az önceki olayı gülerek karşılayanlar şimdi hüzün içine düşmüşlerdi. Ben de baka kaldım öylece bir kaç dakika . Hanaf da bu süre içinde yavaşça yürüyerek adamların yanına geldi. Yerdeki kurumamış zehirden biraz aldı ve piposuna doldurdu. Ben de ‘’Bu da nasıl ada , tütün kullanmayan yerlisi yok lan’’ diye isyan ediyordum içimden. Neyse beni boş verelim şimdi ihtiyarın derdini öğrenelim.’’ Belki para kazanırım lan adamın sorunundan’’ diye düşünerek gözlemlemeye devam ettim ihtiyarı. İhtiyar ise kendi içinde alemlere dalmıştı bir kaç dakika içinde. Uzun sopasını yana atmış,belindeki fistanı toplayarak, duvara yaslanmıştı. İçine iyice çekiyordu zehiri işte. Ciğerlerine kadar çekiyordu. O somurtkan yüzüyle. Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla oldukça düşünceliydi. Bunun fark edende tek kişide ben değildim tabii ki. Solda duran kilolu ,mavi kıyafetli adamda ihtiyarın derdini anlamış ve bunun kaçıncı hayvan olduğunu sormuştu.
Hanaf'da ona on yedi hayvanının parçalandığını az daha kendinin de kefene gittiğini söylemişti. Öfkeli bir biçimde. Tek eliyle de saçlarıyla oynuyor, diğer eliyle de tütününü tüttürmeye devam ediyordu . Sonra yine başladı söze, ilk önce denizcilere sitem etti öfkelice, ‘’ nasıl yaratık lan bu denizciler bile karışmıyor.’’ Diye düşünüyordum bende. Ardından ihtiyar devam etti, tek zararlı olanın kendi olmadığından bahsetmeye başladı. Bir arkadaşının sekiz hayvanının öldüğünü, diğer arkadaşının da bacaklarından olduğunu söylüyordu. Ha birde tam duyamadım ama sanırım çiftçiler artık tarlaya girmekten korkuyorlarmış herhalde. Dert yanıyordu işte böyle söylenerek ihtiyar. Onun ardından da zayıf ve beyaz şal giymiş olan adam başladı konuşmaya Etvena diye bir heriften bahsediyordu o da. Benim gibi yaratığı avlamaya çalışıyormuş herhalde basit tuzaklarıyla. Boşuna uğraşıyormuş adam, eğer dedikleri kadar tehlikeliyse bu yaratık zaten öyle basit tuzaklarla yakalanamazdı. Ben böyle düşünürken o kadar dalmıştım beni yanlarına çağıran ihtiyarı bile duymuyordum. ‘’Beyaz saçları kuruyasıca ‘’ lafını duydum bir tek. Hakaret yemeye alışmışım herhalde. Bu bunaltıcı havada Yürümeye başladım lanet ihtiyarın yanına ve işin garibi hala pazardan çığlıklar geliyordu. Yakalayamamışlar hala adamı. ‘’sanırım bu seferki acemi bir hırsız değilmiş ha ‘’ diye oturan 2 adama bağırarak yanlarına ilerledim . Sonra İhtiyara döndüm ve yaratığın nerede olduğunu sordum.
En son John Graywolf tarafından Ptsi 25 Ocak 2016, 11:00 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Misafir- Misafir
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Hanaf bu pejmürde çocuktan bir yanıt beklerken duyduğuyla şaştı ve gülmeye baladı. “Acemi değil mi! Hahaha! Sen de acemi olmalısın. İşini gürültüyle yapan hırsız acemidir, unutma bunu.” Biraz önceki öfkeyle karışık kederi kayboluvermişti bir anda, bu uzun boylu genç yabancının tecrübesizliği nedense neşelendirmişti onu. Çocuk biraz daha yanaşıp yanlarına sokuldu ve “Şu bahsettiğiniz yaratık nerede” diye sordu ciddimsi bir yüz ifadesiyle. Bu Hanaf’ı daha da güldürdü: “Uzun yaşayasın çocuk, kahrolası güneşin altında neşemi yerine getirdin! Yaratık nerede demek ha. Hahahaha.” Çocuk ifadesini değiştirmeden izleyince bir iç çekti ve eliyle oturacağı minderi işaret etti. “Nerelisin, burada ne işin var bilmem çocuk, ama seni bekleyen bir annen varsa uzak dur bundan, bas git köyüne. Başına konan ödül mü cezp etti seni de yoksa. Bu dili kopasıca, derisiz kalasıca lanet yılan çocuk işi değil. 15 metrelik dev bir yılan, koca bir koyunu tek seferde yutacak kadar büyük. Şükürler olsun ki zehirsiz, yoksa adanın bu yanında yaşam kalmazdı. Senin o yılanın yanına göndermem için beni buna ikna etmelisin, onca koyunun ardından bir çocuğun da vebalini alamam üstüme. Beni dinlemeyecek kadar ahmaksan kendi başına aramaya çıkabilirsin. Ölürsen ben sorumlu olmam bundan.”
Rp out:
Rp out:
- Spoiler:
Yılanın başına konan ödül: 300.000 beli
Devam edilirse hayvan hakkında detaylar ve yönlendirme gelecek.
North Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 184
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
İhtiyarın yanına doğru ilerlerken, birden onun kahkahalara boğulduğunu, hırsızlarla ilgili cahilliğimle dalga geçtiğini görüyor; içimden sigara içen, fistanlı adama sitem ediyordum. Davranışlarım ihtiyar adam tarafından eğlenceli bulunmuştu sanırsam çünkü az önceki hüzünlü tavırlarından eser kalmamıştı adamın. Yanına gelip sorumu sorduğumda ise iyice manyadı herif; çünkü bir yandan gülüyor, bir yandan sitem ediyor, bir yandan da teşekkür ediyor ve alaycı hali ile kendimi tanıtmam için mindere oturmamı işaret ediyordu.
İhtiyarın istediği gibi mindere oturmuş ve onu dinlemeye başladığımda ise bana, nereli olduğum, buraya ne amaçla geldiğim, peşine düştüğüm adamın başıma iş açabileceği, onu yakalamam için kendisini ikna etmem gerektiği gibi şeylerden bahsetmişti. Ben de ona alaycı konuşmaları yüzünden kırılgan, sinirli bir yüzle ve kalın bir ses tonuyla: ”Hey ihtiyar! İlk önce dediklerine ve mutluluğuna dikkat et! Kim olduğumu merak ediyorsan ben John Graywolf, annemi merak ediyorsan bir korsandı ve denizciler tarafından öldürüldü. Eğer ikna istiyorsan da ben Winter adasındanım, azıcık cahil değilsen de biliyorsundur herhalde. Adam avcılar adası olarak bilinir ve North Blue'nun en tehlikeli hayvanlarını içinde barındırır. Hala da ikna olmadıysan da avcılığıma, senin için kanıt olarak pazarı yerle bir eden şu hırsızı yakalayabilirim. Karşılığında sende gerekli eşyayı sağlarsın bana yılanla dövüşmem için. '' diye cevap verdim ve onun cevabını beklemeye koyuldum sessizce. Eğer beni burada tutacak kadar önemli bir şey söylemezse de ilk olarak hırsızın peşine takılacaktım.
İhtiyarın istediği gibi mindere oturmuş ve onu dinlemeye başladığımda ise bana, nereli olduğum, buraya ne amaçla geldiğim, peşine düştüğüm adamın başıma iş açabileceği, onu yakalamam için kendisini ikna etmem gerektiği gibi şeylerden bahsetmişti. Ben de ona alaycı konuşmaları yüzünden kırılgan, sinirli bir yüzle ve kalın bir ses tonuyla: ”Hey ihtiyar! İlk önce dediklerine ve mutluluğuna dikkat et! Kim olduğumu merak ediyorsan ben John Graywolf, annemi merak ediyorsan bir korsandı ve denizciler tarafından öldürüldü. Eğer ikna istiyorsan da ben Winter adasındanım, azıcık cahil değilsen de biliyorsundur herhalde. Adam avcılar adası olarak bilinir ve North Blue'nun en tehlikeli hayvanlarını içinde barındırır. Hala da ikna olmadıysan da avcılığıma, senin için kanıt olarak pazarı yerle bir eden şu hırsızı yakalayabilirim. Karşılığında sende gerekli eşyayı sağlarsın bana yılanla dövüşmem için. '' diye cevap verdim ve onun cevabını beklemeye koyuldum sessizce. Eğer beni burada tutacak kadar önemli bir şey söylemezse de ilk olarak hırsızın peşine takılacaktım.
- bir önceki rp ile ilgili:
- Önceki rpde ki hırsız tanımımı düzenledim.
Misafir- Misafir
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Hanaf’ın sözlerine içerlemişti Genç Avcı, bir hiddetle cevap verdi hemen: “Hey ihtiyar! İlk önce dediklerine ve mutluluğuna dikkat et! Kim olduğumu merak ediyorsan ben John Graywolf, annemi merak ediyorsan bir korsandı ve denizciler tarafından öldürüldü. Eğer ikna istiyorsan da ben Winter adasındanım, azıcık cahil değilsen de biliyorsundur herhalde. Adam avcılar adası olarak bilinir ve North Blue'nun en tehlikeli hayvanlarını içinde barındırır. Hala da ikna olmadıysan da avcılığıma, senin için kanıt olarak pazarı yerle bir eden şu hırsızı yakalayabilirim. Karşılığında sende gerekli eşyayı sağlarsın bana yılanla dövüşmem için.”
Hanaf, çocuğun bu karmaşık konuşmasından çok şey anlamasa da Winter ismini duymuştu en azından ve bu da ona bir şans vermesine yeter de artardı. “Hırsızı falan boş ver şimdi çocuk, o çoktan uzaklaşmıştır artık. Winter adasından demek ha. Evet, oraya satılmak üzere meyve yetiştirirdim bir zamanlar. Ah!.. Neyse, sen eğer niyetliysen gel bakalım benimle, Etvana’ya gidelim de sana şu yaratığı anlatsın. Onunla uzun süre yüz yüze gelen tek kişi o ne de olsa”
Evin gölgeliğinden kalkıp diğer ikisine ufak bir el hareketiyle veda ettikten sonra çocuk peşinde olmak üzere yürümeye başladılar, üç sokak geçtikten sonra sola girip dördünce evin önünde durdular ve Hanaf, “Etvana, aç şu kapıyı” diye bağırdı ellerini ağzına siper ederek. Birkaç dakika sonra beyaz duvarın ortasında mavi mavi parıldayan demir süslemeli ahşap kapıyı orta yaşlı, kirli sakallı, kısa siyah saçlı biri açtı. Siyah saçlarının arasından mavi gözleri parlıyordu, saçı dağılmış, kumaştan açık kahve pantolonunun paçalarını sıyırmıştı. Hanaf ileri atıldı, “Etvana, sana iyi haberlerim var” diyerek içeri girdi. Etvana hiç yabancılık çekmemiş gibiydi, doğrudan içeri girmelerine izin verdi ikisinin de. Hanaf’ın arkasındaki beyaz saçlı iri gence kaşlarını bükerek bakıvermiş biraz. İçeri girip avluya vardıklarında, dut ağacının gölgesinde kalan yüksek divanda yumuşak döşeklerine kuruldular. Hanaf, Etvana’ya durumu anlattı. Etvana biraz şaşırıp gülse de sonra ikna oldu ve anlatmaya başladı çocuğa…
“Bu yılan Benite ve civarında, böyle sıcak ve nemli yerlerde yaşayan bir türdür. Yüzyıllar önce atalarımız bunların neslini tüketti sanıyorduk, ancak yanılmışız ne yazık. 10-15 metre boyunda olur bu yılanlar, epeyi de kalın. Koca bir koyunu tek seferde kolayca yuttuklarını gözlerimle gördüm. Sıcağa da dayanıklıdır. Geçen sefer yakalım dedik, közler üzerinden hızla geçip gitti iğrenç hayvan. Derisi kalın, keskin şeyler ilk seferde batmaz kolayca. Yine de asla önermem. Yılanın süründüğü yeri, yani altı yumuşaktır. Çenesinin altındaki derisi ise en yumuşak yeridir. Zehirsiz ancak çok kuvvetlidir. Geçen seferki avımızda adamlarından birini yakaladığı gibi öyle bir sıktı ki gözleri yuvalarından fırladı zavallı adamın. Bıraktığında tüm kemikleri kırılmış, vücudu koyu morluklarla doluydu ve oracıkta ölüvermişti. Ah zavallı, hala atamadım kederini. Keçi sütünü de pek sever bu yaratık. Birkaç kez süt tulumlarımıza dadanmış halde görülmüştü. Cüssesine göre de hızlıdır… Şehrin batısındaki tepe eteklerinde yaşadığını sanıyoruz, ki hep o taraflarda görüldü. Eğer bu yaratığı indirirsen başını kesip pazarın girişindeki büyük binaya getir, başına ödül koyanlar oradadır.” Etvana soluklana soluklana uzunca anlatmıştı yılanı ve Gencin yapacaklarını. Hanaf sorduğunda, yeni avı iptal ettiğini ve bir daha yeltenmeyeceğini de belirtmişti. O da bıkmıştı artık koca yılandan. Genç Avcı gerekli olanları almıştı, artık yılanın yuvası bilinen yere gidip tuzaklarını hazırlayabilirdi…
Hanaf, çocuğun bu karmaşık konuşmasından çok şey anlamasa da Winter ismini duymuştu en azından ve bu da ona bir şans vermesine yeter de artardı. “Hırsızı falan boş ver şimdi çocuk, o çoktan uzaklaşmıştır artık. Winter adasından demek ha. Evet, oraya satılmak üzere meyve yetiştirirdim bir zamanlar. Ah!.. Neyse, sen eğer niyetliysen gel bakalım benimle, Etvana’ya gidelim de sana şu yaratığı anlatsın. Onunla uzun süre yüz yüze gelen tek kişi o ne de olsa”
Evin gölgeliğinden kalkıp diğer ikisine ufak bir el hareketiyle veda ettikten sonra çocuk peşinde olmak üzere yürümeye başladılar, üç sokak geçtikten sonra sola girip dördünce evin önünde durdular ve Hanaf, “Etvana, aç şu kapıyı” diye bağırdı ellerini ağzına siper ederek. Birkaç dakika sonra beyaz duvarın ortasında mavi mavi parıldayan demir süslemeli ahşap kapıyı orta yaşlı, kirli sakallı, kısa siyah saçlı biri açtı. Siyah saçlarının arasından mavi gözleri parlıyordu, saçı dağılmış, kumaştan açık kahve pantolonunun paçalarını sıyırmıştı. Hanaf ileri atıldı, “Etvana, sana iyi haberlerim var” diyerek içeri girdi. Etvana hiç yabancılık çekmemiş gibiydi, doğrudan içeri girmelerine izin verdi ikisinin de. Hanaf’ın arkasındaki beyaz saçlı iri gence kaşlarını bükerek bakıvermiş biraz. İçeri girip avluya vardıklarında, dut ağacının gölgesinde kalan yüksek divanda yumuşak döşeklerine kuruldular. Hanaf, Etvana’ya durumu anlattı. Etvana biraz şaşırıp gülse de sonra ikna oldu ve anlatmaya başladı çocuğa…
“Bu yılan Benite ve civarında, böyle sıcak ve nemli yerlerde yaşayan bir türdür. Yüzyıllar önce atalarımız bunların neslini tüketti sanıyorduk, ancak yanılmışız ne yazık. 10-15 metre boyunda olur bu yılanlar, epeyi de kalın. Koca bir koyunu tek seferde kolayca yuttuklarını gözlerimle gördüm. Sıcağa da dayanıklıdır. Geçen sefer yakalım dedik, közler üzerinden hızla geçip gitti iğrenç hayvan. Derisi kalın, keskin şeyler ilk seferde batmaz kolayca. Yine de asla önermem. Yılanın süründüğü yeri, yani altı yumuşaktır. Çenesinin altındaki derisi ise en yumuşak yeridir. Zehirsiz ancak çok kuvvetlidir. Geçen seferki avımızda adamlarından birini yakaladığı gibi öyle bir sıktı ki gözleri yuvalarından fırladı zavallı adamın. Bıraktığında tüm kemikleri kırılmış, vücudu koyu morluklarla doluydu ve oracıkta ölüvermişti. Ah zavallı, hala atamadım kederini. Keçi sütünü de pek sever bu yaratık. Birkaç kez süt tulumlarımıza dadanmış halde görülmüştü. Cüssesine göre de hızlıdır… Şehrin batısındaki tepe eteklerinde yaşadığını sanıyoruz, ki hep o taraflarda görüldü. Eğer bu yaratığı indirirsen başını kesip pazarın girişindeki büyük binaya getir, başına ödül koyanlar oradadır.” Etvana soluklana soluklana uzunca anlatmıştı yılanı ve Gencin yapacaklarını. Hanaf sorduğunda, yeni avı iptal ettiğini ve bir daha yeltenmeyeceğini de belirtmişti. O da bıkmıştı artık koca yılandan. Genç Avcı gerekli olanları almıştı, artık yılanın yuvası bilinen yere gidip tuzaklarını hazırlayabilirdi…
North Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 184
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Dediklerim karşısında bir süre bana bakan ihtiyar bir anda alaycı halini değiştirerek söze başlamıştı. Hırsızı umursamamamı, adamı bildiğini, ayrıca da Etvana adında hiç tanımadığım birisine gitmemiz gerektiğini söylemişti.
Ardından da anlayamadığım bir hızla gölgeliklerden kalktık ve diğer ikiliye ufak bir el hareketiyle veda ederek Etvana'nın evine doğru yürümeye başladık. İhtiyar hızlıca önden gidiyordu. bunun sebebi ise , bana dar, bunaltıcı ve bembeyaz sokaklarda rehberlik edişiydi. Ben ise hırsızı yakalamaktan vazgeçmiş, daha ilginç bir hedef edinmiştim kendime. Bir yılan benim gibi bir avcının rakibiydi sonuçta ama onu dağlarda değil, sıkıcı binalarla dolu olan sokaklarda arıyordum şu an. Bu sırada da ihtiyar ilerlemeye devam ediyordu. Üç sokak sonra mavi süslemeli bir kapının önünde durduk. Etvena'nın evi buraydı sanırsam. Birkaç saniye sonrada ihtiyar ‘’Etvena aç şu kapıyı’’ diye bağırmaya başladı zaten. Kapı açıldığında bizi karşılayan ise, kahverengi bir pantolon, beyaz bir gömlek ve gömleğiyle uyumlu şık beyaz bir ayakkabı giyen kirli sakallı, mavi gözlere ve siyah saçlara sahip orta yaşlı bir adamdı. İhtiyar onu gördüğünde ise, iyi haberleri olduğunu söyleyerek başladı konuşmaya. Etvana ise bu durumu hiç garipsememiş ikimizi de içeri davet etmişti. Ardından da avluya doğru yürüyerek gölgeliklerin altına oturduk ve beni anlatmaya başladı ihtiyar. Etvana bu olaya karşı biraz şaşırsa da, gülümseyerek bana anlatmaya başladı durumlarını. O da yılanın nerede yaşadığı, nasıl olduğu, boyutunu, gücünü ,hızını,zehirli olup olmaması, ateşe ve kesici aletlere karşı dayanıklılığını, zayıf noktasını, hatta neyden hoşlandığını ve onu yakalarsam nereye götüreceğim hakkında bilgi vermişti bana. Bir de atalarının bunları yok ettiğini mi ne sanıyorlarmış ondan bahsetti.
Gerekli olan bilgiyi de almıştım ama tuzak kuracak yeterli eşyam yoktu ne yazık ki. Winter adasında da değildim ki kışladan alayım. Bu yüzden yaşlı ihtiyara döndüm ve konuşmaya başladım. ‘’ İhtiyar eşyalarım adamda kaldı bu yüzden bana yardım etmen gerekiyor. Buralarda 20.000 beliye inşaat malzemeleri, yani kürek, kazma, bıçak, balta ve halat elde edebileceğim bir yer var mı’’ dedim ve ihtiyarın cevap vermesine izin vermeden ‘’ Ayrıca bana 3 adet süt tulumu ve kükürt de lazım’’ diye devam ettim sözlerime. 1-2 saniye soluklandım ardından. Açıkçası ihtiyarın bana yardım edeceğini de düşünmüyordum. O yüzden yapacağım bir şey de yoktu dil dökmeye devam ettim umutsuzca ‘’ Bak ihtiyar zaten malzemelerimin bir kaçını ben ödeyeceğim. Eğer para sıkıntıysa kükürte de 10.000 beli verebilirim, zaten bu adada oldukça kükürt vardır eminim ki. Çünkü kükürt olan yerde yılan olmaz bu bir sır değil siz de kullanmayı denemişsinizdir zamanında, ancak bu özel bir yılan olduğu için en fazla 9-10 gün uzak tutabilmiştir yılanı ki bu benim tuzaklarımı kurup tamamen hazırlanmam demek oluyor. Mutlaka şehirde kükürtü ucuza satacak vardır. Sadece bana onu bulmamda yardım et yeter. Geriye ise sadece üç süt tulumu kalıyor, onu da sen sağlayacaksın bana çünkü param yok onu alacak ne yazık ki. Ayrıca bak Etvana da söyledi az öncesine kadar, en önemli şey süt tulumu tuzakta çünkü en sevdiği şey bu. hadi be ihtiyar yardım et biraz bana! ‘’ diye soluklanarak bitirdim sözlerimi ve ihtiyarın cevabını beklemeye başladım.
Ardından da anlayamadığım bir hızla gölgeliklerden kalktık ve diğer ikiliye ufak bir el hareketiyle veda ederek Etvana'nın evine doğru yürümeye başladık. İhtiyar hızlıca önden gidiyordu. bunun sebebi ise , bana dar, bunaltıcı ve bembeyaz sokaklarda rehberlik edişiydi. Ben ise hırsızı yakalamaktan vazgeçmiş, daha ilginç bir hedef edinmiştim kendime. Bir yılan benim gibi bir avcının rakibiydi sonuçta ama onu dağlarda değil, sıkıcı binalarla dolu olan sokaklarda arıyordum şu an. Bu sırada da ihtiyar ilerlemeye devam ediyordu. Üç sokak sonra mavi süslemeli bir kapının önünde durduk. Etvena'nın evi buraydı sanırsam. Birkaç saniye sonrada ihtiyar ‘’Etvena aç şu kapıyı’’ diye bağırmaya başladı zaten. Kapı açıldığında bizi karşılayan ise, kahverengi bir pantolon, beyaz bir gömlek ve gömleğiyle uyumlu şık beyaz bir ayakkabı giyen kirli sakallı, mavi gözlere ve siyah saçlara sahip orta yaşlı bir adamdı. İhtiyar onu gördüğünde ise, iyi haberleri olduğunu söyleyerek başladı konuşmaya. Etvana ise bu durumu hiç garipsememiş ikimizi de içeri davet etmişti. Ardından da avluya doğru yürüyerek gölgeliklerin altına oturduk ve beni anlatmaya başladı ihtiyar. Etvana bu olaya karşı biraz şaşırsa da, gülümseyerek bana anlatmaya başladı durumlarını. O da yılanın nerede yaşadığı, nasıl olduğu, boyutunu, gücünü ,hızını,zehirli olup olmaması, ateşe ve kesici aletlere karşı dayanıklılığını, zayıf noktasını, hatta neyden hoşlandığını ve onu yakalarsam nereye götüreceğim hakkında bilgi vermişti bana. Bir de atalarının bunları yok ettiğini mi ne sanıyorlarmış ondan bahsetti.
Gerekli olan bilgiyi de almıştım ama tuzak kuracak yeterli eşyam yoktu ne yazık ki. Winter adasında da değildim ki kışladan alayım. Bu yüzden yaşlı ihtiyara döndüm ve konuşmaya başladım. ‘’ İhtiyar eşyalarım adamda kaldı bu yüzden bana yardım etmen gerekiyor. Buralarda 20.000 beliye inşaat malzemeleri, yani kürek, kazma, bıçak, balta ve halat elde edebileceğim bir yer var mı’’ dedim ve ihtiyarın cevap vermesine izin vermeden ‘’ Ayrıca bana 3 adet süt tulumu ve kükürt de lazım’’ diye devam ettim sözlerime. 1-2 saniye soluklandım ardından. Açıkçası ihtiyarın bana yardım edeceğini de düşünmüyordum. O yüzden yapacağım bir şey de yoktu dil dökmeye devam ettim umutsuzca ‘’ Bak ihtiyar zaten malzemelerimin bir kaçını ben ödeyeceğim. Eğer para sıkıntıysa kükürte de 10.000 beli verebilirim, zaten bu adada oldukça kükürt vardır eminim ki. Çünkü kükürt olan yerde yılan olmaz bu bir sır değil siz de kullanmayı denemişsinizdir zamanında, ancak bu özel bir yılan olduğu için en fazla 9-10 gün uzak tutabilmiştir yılanı ki bu benim tuzaklarımı kurup tamamen hazırlanmam demek oluyor. Mutlaka şehirde kükürtü ucuza satacak vardır. Sadece bana onu bulmamda yardım et yeter. Geriye ise sadece üç süt tulumu kalıyor, onu da sen sağlayacaksın bana çünkü param yok onu alacak ne yazık ki. Ayrıca bak Etvana da söyledi az öncesine kadar, en önemli şey süt tulumu tuzakta çünkü en sevdiği şey bu. hadi be ihtiyar yardım et biraz bana! ‘’ diye soluklanarak bitirdim sözlerimi ve ihtiyarın cevabını beklemeye başladım.
Misafir- Misafir
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
Etvana’nın evinden ayrıldıklarında Genç avcı, Hanaf’a gerekli malzemeler için bir teklif sundu. Hanaf ise ona tüm malzemeleri temin edebileceği yerleri tek tek tarif ederek fiyatlarını belirtti. Üç süt tulumunu da kendisinin vereceğini ekledi.
Avcı, tüm malzemeleri temin ettikten sonra, Hanaf’ın rehberliğiyle şehrin dışında yılanın son görüldüğü arazilere gitti tuzaklarını hazırlamak için.
Rp Out:
Avcı, tüm malzemeleri temin ettikten sonra, Hanaf’ın rehberliğiyle şehrin dışında yılanın son görüldüğü arazilere gitti tuzaklarını hazırlamak için.
Rp Out:
- Spoiler:
- Kürek (düşük kalite) – 3k B
Kazma (düşük kalite) - 3k B
Balta (düşük kalite) - 5k B
Bıçak (düşük kalite) - 4k B
Halat (düşük kalite) - 3k B
Toz kükürt 7kg (orta kalite) - 10k B
Üç süt tulumu – Ücretsiz
Kalma süresince yeme içme masrafları – 2k B
Toplam 30k B
İmzana işlersin.
North Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 184
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Genç Avcı (John Graywolf) - Bitti
İhtiyar yardım isteğimi kabul edip, gerekli eşyaları nerede bulabileceğimi ve süt tulumlarını da onun vereceğini söylemişti. Bu da benim bu adaya olan bakış açımı biraz değiştirmişti aslında. Sonuçta bana yardım edene ceza verildiği Winter’dandım ben. Bu adamlarla daha önce eski krallığımı karşılaştırdığım için de pişmandım açıkçası. Neyse devam edelim. Ardından ise ihtiyara ve Etvana'ya veda ederek ilerledim bu adreslere doğru.
İlk vardığım adres eski, ahşaptan yapılmış, kırmızı bir kapısı olan mavi renkte bir dükkandı. İçine girdiğimde ise beni karşılayan bir kaç serseri tip ve iri yapılı, beyaz bir şapka giymiş olan siyah saçlı dükkan sahibiydi. Tezgaha biraz yaklaştığımda ise dikkatim dükkan sahibinin sol kolundaki kılıç kesiğine benzeyen yara izine ve hemen yanında bulundurduğu kılıcına doğru yöneldi. Daha önce denizlerde çeşitli maceralar yaşamış bir denizci, korsandı belki de. ‘’Neyse önemli değildi bu.’’Diye düşünerek gerekli eşyaları kötü bir kalitede alıp çıktım oradan. Sıra toz kükürttü almaya gelmişti ki bu yüzden bembeyaz sokaklardan geçerek mavi kapılı, bahçeli bir evin önüne doğru ilerliyordum. Evin önüne geldiğimde ise Kapıya vurmamla açılması bir oldu zaten. Karşıma çıkan adam ise zayıf, kel bir ihtiyardı. Fazla konuşmadan da sattı bana kükürttü 10.000 beliye. Geriye ise sadece süt tulumlarını almak kalmıştı. Onları da Hanaf verecekti zaten. O yüzden yanına doğru yürümeye başladım Hanaf'ın. Yanına döndüğümde, ihtiyar bana süt tulumlarıyla beraber yılanın görüldüğü yerler hakkında bilgi de vermişti. Gerekli her şeyi aldıktan sonra ise ihtiyara ‘’ teşekkürler ‘’ diyerek oradan ayrıldım ve tuzak kurmak için batıdaki tepelere doğru yönelerek, çok yaprak döken ağaçların bulunduğu tek yönlü uygun bir yer aramaya başladım. Bir kaç saat sonra istediğim yeri bulmuştum. Burası yılanın saldırdığı bir çiftliğin kuzeyinde yer alan, arkasını denizin kapladığı tek yönlü bir orman kısmıydı. Ağaçları genel olarak kurumuş ve yaprak döküyordu bu da basit bir tuzağı bile kusursuz hale getiriyordu tabii ki. Neyse devam edelim yine. Bende toz kükürttü yılanın geleceği yolun tamamına dökerek hazırlıklara başlamıştım. Kükürt’ün kalitesi yılanın gelişini etkileyeceğinden tahminen 10 günden 8 güne düşmüştü zamanım. Bu yüzden günleri dağıtarak başladım çalışmaya.
İlk 2 gün:
Bu günlerde bıçak balta ve mızrağımın yardımıyla yapabildiğim kadar farklı boyular da ve uzunluklarda tahta kazık yapacaktım. Bunların kırk tanesi dört metre boyunda ve orta kalınlıkta, yüz tanesi on santimetre boyunda ve ince, geri kalanı ise yirmi santimetre boyutunda ve orta kalınlıkta olacaktı. Yani en azından yüz elli tane kazık yapmak zorundayım bu günlerde.
3-4 günler:
Sonraki iki gün ise yapacağım, yaprakların olduğu bölgeye kazma ve kürek yardımıyla mümkün olduğunca derin ve geniş bir çukur kazmak olacaktı. İşim bittiğinde ise boyu sanırım sekiz-dokuz metre civarında olsa yeter.
5. Gün:
Beşinci gün yaptığım ise, halatla dört adet kazığı kollarıma ve ayaklarıma bağlayarak çukura ve çevresine kazık dikmek olacaktı. İlk önce dört metre boyundaki kırk adet kazığı diktim çukurun en aşağısına. Onların çevresine de hayvan kolaylıkla çıkamasın, orada kalsın diye yirmi tane küçük ve kalın kazık yerleştirecektim. Çukurun üst kısımlarını ve yakın çevresini ise, oldukça keskin ama küçük yetmiş adet kazıkla donatacaktım. Böyle çukura düşen yılan kolaylıkla yada yara almadan çıkamayacaktı oradan. Tek çıkış yolu ise geldiği yer olacaktı. Orada da onu ben karşılayacaktım zaten.
6. Gün:
Bugün yapacağım ise çukuru beş kilodan fazla ağırlığı tartmayacak zayıf dallar ve yapraklarla kapatmak olacaktı. Ağaçlarlar çok yaprak döktüğü için de hiç bir fark olmayacaktı muhtemelen. Bu işlemin yanında ayrıca, tuzağı tam olarak kapatacak şekilde olan dört kalın ağacı en küçük hamleye düşecek kadar keserek bir kütükle tutturacaktım.
7. Gün:
Yedinci gün, neredeyse tüm hazırlıklar birmiş ve kükürttün etkisi bitmeye başlamış olacaktı yine muhtemelen. Ben ise son bir tuzak kurmak için tuzak yerinden ayrılarak kuzeyinde kaldığım çiftliğe gidecek ve oradan boş iki tulum alacaktım. Eminim ki kimseler olmayacaktı orada yılandan korktukları için. Ardından ise elimdeki kürekle ve tulumla ormanın içine dalarak mümkün olduğunca yılanların baş düşmanları sayılan kirpileri arayacaktım. Gün sonunda yakaladığım kirpi sayısını da aç bırakacak ve ertesi gün yılanın üzerine atacaktım
8. Gün:
Sabahın erken saatleri olacak ve yılanın gelmesine çok az bir zaman kalacaktı muhtemelen. Yapacak bir şeyde kalmamış olacaktı da artık aslında. Son olarak yaptığım tuzak ise üç süt tulumunun birisini torpillerimin birinin içindeki zehirle karıştırarak zehirlemek ve çukur tuzağının önüne koymak olacaktı. Diğer ikisini ise zehirlemeden tuzağın arka kısımlarına doğru tahtaları yıkmayacak bir biçimde yerleştirmiş olacak ve kolumun altına 15 adet küçük kazık alıp, büyük bir ağacın tepesine çıkarak yılanı beklemeye başlayacaktım.
İlk vardığım adres eski, ahşaptan yapılmış, kırmızı bir kapısı olan mavi renkte bir dükkandı. İçine girdiğimde ise beni karşılayan bir kaç serseri tip ve iri yapılı, beyaz bir şapka giymiş olan siyah saçlı dükkan sahibiydi. Tezgaha biraz yaklaştığımda ise dikkatim dükkan sahibinin sol kolundaki kılıç kesiğine benzeyen yara izine ve hemen yanında bulundurduğu kılıcına doğru yöneldi. Daha önce denizlerde çeşitli maceralar yaşamış bir denizci, korsandı belki de. ‘’Neyse önemli değildi bu.’’Diye düşünerek gerekli eşyaları kötü bir kalitede alıp çıktım oradan. Sıra toz kükürttü almaya gelmişti ki bu yüzden bembeyaz sokaklardan geçerek mavi kapılı, bahçeli bir evin önüne doğru ilerliyordum. Evin önüne geldiğimde ise Kapıya vurmamla açılması bir oldu zaten. Karşıma çıkan adam ise zayıf, kel bir ihtiyardı. Fazla konuşmadan da sattı bana kükürttü 10.000 beliye. Geriye ise sadece süt tulumlarını almak kalmıştı. Onları da Hanaf verecekti zaten. O yüzden yanına doğru yürümeye başladım Hanaf'ın. Yanına döndüğümde, ihtiyar bana süt tulumlarıyla beraber yılanın görüldüğü yerler hakkında bilgi de vermişti. Gerekli her şeyi aldıktan sonra ise ihtiyara ‘’ teşekkürler ‘’ diyerek oradan ayrıldım ve tuzak kurmak için batıdaki tepelere doğru yönelerek, çok yaprak döken ağaçların bulunduğu tek yönlü uygun bir yer aramaya başladım. Bir kaç saat sonra istediğim yeri bulmuştum. Burası yılanın saldırdığı bir çiftliğin kuzeyinde yer alan, arkasını denizin kapladığı tek yönlü bir orman kısmıydı. Ağaçları genel olarak kurumuş ve yaprak döküyordu bu da basit bir tuzağı bile kusursuz hale getiriyordu tabii ki. Neyse devam edelim yine. Bende toz kükürttü yılanın geleceği yolun tamamına dökerek hazırlıklara başlamıştım. Kükürt’ün kalitesi yılanın gelişini etkileyeceğinden tahminen 10 günden 8 güne düşmüştü zamanım. Bu yüzden günleri dağıtarak başladım çalışmaya.
İlk 2 gün:
Bu günlerde bıçak balta ve mızrağımın yardımıyla yapabildiğim kadar farklı boyular da ve uzunluklarda tahta kazık yapacaktım. Bunların kırk tanesi dört metre boyunda ve orta kalınlıkta, yüz tanesi on santimetre boyunda ve ince, geri kalanı ise yirmi santimetre boyutunda ve orta kalınlıkta olacaktı. Yani en azından yüz elli tane kazık yapmak zorundayım bu günlerde.
3-4 günler:
Sonraki iki gün ise yapacağım, yaprakların olduğu bölgeye kazma ve kürek yardımıyla mümkün olduğunca derin ve geniş bir çukur kazmak olacaktı. İşim bittiğinde ise boyu sanırım sekiz-dokuz metre civarında olsa yeter.
5. Gün:
Beşinci gün yaptığım ise, halatla dört adet kazığı kollarıma ve ayaklarıma bağlayarak çukura ve çevresine kazık dikmek olacaktı. İlk önce dört metre boyundaki kırk adet kazığı diktim çukurun en aşağısına. Onların çevresine de hayvan kolaylıkla çıkamasın, orada kalsın diye yirmi tane küçük ve kalın kazık yerleştirecektim. Çukurun üst kısımlarını ve yakın çevresini ise, oldukça keskin ama küçük yetmiş adet kazıkla donatacaktım. Böyle çukura düşen yılan kolaylıkla yada yara almadan çıkamayacaktı oradan. Tek çıkış yolu ise geldiği yer olacaktı. Orada da onu ben karşılayacaktım zaten.
6. Gün:
Bugün yapacağım ise çukuru beş kilodan fazla ağırlığı tartmayacak zayıf dallar ve yapraklarla kapatmak olacaktı. Ağaçlarlar çok yaprak döktüğü için de hiç bir fark olmayacaktı muhtemelen. Bu işlemin yanında ayrıca, tuzağı tam olarak kapatacak şekilde olan dört kalın ağacı en küçük hamleye düşecek kadar keserek bir kütükle tutturacaktım.
7. Gün:
Yedinci gün, neredeyse tüm hazırlıklar birmiş ve kükürttün etkisi bitmeye başlamış olacaktı yine muhtemelen. Ben ise son bir tuzak kurmak için tuzak yerinden ayrılarak kuzeyinde kaldığım çiftliğe gidecek ve oradan boş iki tulum alacaktım. Eminim ki kimseler olmayacaktı orada yılandan korktukları için. Ardından ise elimdeki kürekle ve tulumla ormanın içine dalarak mümkün olduğunca yılanların baş düşmanları sayılan kirpileri arayacaktım. Gün sonunda yakaladığım kirpi sayısını da aç bırakacak ve ertesi gün yılanın üzerine atacaktım
8. Gün:
Sabahın erken saatleri olacak ve yılanın gelmesine çok az bir zaman kalacaktı muhtemelen. Yapacak bir şeyde kalmamış olacaktı da artık aslında. Son olarak yaptığım tuzak ise üç süt tulumunun birisini torpillerimin birinin içindeki zehirle karıştırarak zehirlemek ve çukur tuzağının önüne koymak olacaktı. Diğer ikisini ise zehirlemeden tuzağın arka kısımlarına doğru tahtaları yıkmayacak bir biçimde yerleştirmiş olacak ve kolumun altına 15 adet küçük kazık alıp, büyük bir ağacın tepesine çıkarak yılanı beklemeye başlayacaktım.
En son John Graywolf tarafından Ptsi 01 Şub. 2016, 22:10 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Misafir- Misafir
1 sayfadaki 3 sayfası • 1, 2, 3
Similar topics
» Avcı'nın Masalları(John Graywolf) - Bitti
» Paskalya Avı (John Graywolf)
» [Karne]John Graywolf
» Dorobo no Kyoudai [Clous&Shingen&John]
» E.N.D Zac En Değersizi Zac[Bitti]
» Paskalya Avı (John Graywolf)
» [Karne]John Graywolf
» Dorobo no Kyoudai [Clous&Shingen&John]
» E.N.D Zac En Değersizi Zac[Bitti]
1 sayfadaki 3 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz