Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
2 posters
One Piece Rpg :: 4 Deniz Rp :: East Blue
2 sayfadaki 8 sayfası
2 sayfadaki 8 sayfası • 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Meirin daha fazla bekleyemediğinden Zac ve Ayberk’in önüne geçip yemekhaneye daldı.İçeri girdiğinde yemekhanenin tıklım tıklım dolu olduğunu gördü. Bir masa hariç bütün masalar doluydu; fakat bir gariplik sezdi Meirin. Ayakta bekleyen insanlar olmasına rağmen kimse boş masaya oturmuyordu. Neden böyle olduğunu düşündüğü sırada daha önce gördüğü önlüklü adam tezgahtan: "Rütbeli masasını ayardım, oturun yemeğinizi yiyin. Kaptan sizi bekliyor." diye seslendi. Bunun üzerine Meirin, Ayberk ve Zac masaya geçtiler. Meirin kendisine bakan erlere aldırmadan yemeğini yemeğe başladı. Masada sohbet olsun diye Zac'a görevin ne olduğunu sorsa da pirinç yemeğine, tavuğa ve salataya gömüldüğünden Zac'ın cevabını dinlemedi.Garip sarı içeceği ise içmedi. Tadını beğenmemişti.
Yemekten sonra hep beraber kaptanın odasına çıktılar. Meirin içeri girdiğinde yüzbaşı Gafas’ın da orada olduğunu gördü. Her zaman ki gülümsemesi ile kendilerine bakıyordu. Meirin de hafifçe gülümsemeye çalıştıktan sonra odayı incelemeye başladı.
Sol tarafta bir satranç masası vardı. Meirin satranç masasını görünce heyecanlandı. Satranç oynamayı seviyordu. Belki arada Kaptan veya Yüzbaşı ile satranç oynamak için odaya gelebilirdi. Masanın karşısında ise bir pano vardı. Karargahın başarılarını ve başarısızlıklarını anlatıyordu. Bu panonun benzerinin Valko adasında da olduğunu düşündü Meirin. Her karargah halkı korumaya çalışıyordu sonuçta. Bu uğurda kazanılan başarıların sergilenmek istemesi normaldi. Ayrıca odada kocaman bir kütüphane vardı. Satranç tahtası ve kütüphane.. Meirin aylarca bu odada kalsa bile sıkılmayacağını düşündü. Meirin’in dikkatini çeken bir başka şey de üzerinde resim olan bir darttı. Resimdeki adamın gözlerinde ve ağzında dart okları vardı. Bu kişi her kimse kaptanı kızdırmış olmalıydı.
Meirin ve yanındaki iki kişi kaptanın karşısındaki sandalyelere oturduktan sonra kaptan görevlerini anlatmaya başladı.
Kaptanları, Kutsal ejderlerin Loguetown’a geleceklerini ve Ejderlerin şu an adaya yarım gün uzaklıktaki Muerte adasında olduklarını söyledi. Kendilerinin görevi ise onlar buraya gelene kadar onlara eşlik etmekti. Gece yola çıkacaklar ve gündüz Muerta adasına varacaklardı. Ardından da bir Koramiral ile birlikte Kutsal ejderleri koruyacaklardı. Kaptanları özellikle Kutsal ejderlerin gözlerine bakmamaları ve ne isterlerse yapmaları konusunda kendilerini uyarmıştı.
Kaptan konuşması bittikten sonra gün sonuna kadar izinli olduklarını ve huzurundan çekilebileceklerini söylemişti.
Muerte adası. Yaklaşık 20 yıl önce yaşantının bittiği ve Grandline’e yakın olan Loguetown’a yarım gün uzaklıktaki bir ada…. Rashibal’e ne kadar da benziyor diye düşündü Meirin. ''Sonuçta isimleri farklı endişelenecek bir şey yok.''diye sayıkladı kendi kendine. Gerçi Rashibal adaya sonradan verilmiş bir isimdi. Yine de bu düşünceyi beyninden silip atmayı tercih etti Meirin. Görevine odaklanmalıydı. İlk defa bir kutsal ejder görecekti.
Daha önce Kutsal Ejderler hakkında pek fazla düşünmemişti. Daha doğrusu düşünse de işin içinden çıkamamıştı.
Kendilerine öğretilenlere göre kutsal ejderler tanrıydı ve onlara tapılmalıydı; fakat Meirin bir tanrının varlığına inanmıyordu. Bir tanrı varsa bile bu dünyadaki işlere karışmıyor olmalıydı. Dünya adaletsiz bir yerdi çünkü. Meirin kutsal ejderlerin normal bir insandan farksız olduğuna inanıyordu. Onlarda kendileri gibi nefes alan, yaşayan, duyguları olan, ölebilen canlılardı. Kendilerinden tek farkları tüm düzeni kontrol eden kişiler olmalarıydı. "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." demişti hocası kendisine. Kutsal ejderlerin bir şekilde geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı kontrol edebildikleri için kutsal ejder olduğuna inanıyordu Meirin. Gerçi bu özellikleri onları tanrı yapmaya yetmez miydi? Her şekilde onları sevmiyordu. İnsanları köle olarak kullanan bir zihniyet Meirin’in tanrısı olamazdı.
Kutsal ejderler ister tanrı olsun isterse sıradan bir insan, Meirin onlara bu görev boyunca hürmet etmek zorundaydı. Tek amacı hayatta kalıp yükselmek ve arkadaşlarını bulmaktı. Söz konusu arkadaşlarını bulmak olduğunda gururunu kolaylıkla bir köşeye fırlatabilirdi. Kutsal Ejderlerin dediğini yapmayıp canından olmak istemiyordu. Masum birini vurması istenirse vuracak, kutsal ejderin ayaklarını öpmesi istenirse bu isteği yerine getirecekti. Sonuçta sadece kısa bir süreliğine kutsal ejdere eşlik etmek için oraya gideceklerdi. Sırf gururu ayaklar altına alınacak diye amacından vazgeçemezdi.
Meirin bunları düşündüğü sırada Zac yerinden ayaklanmış ve "Efendim, bu tarz bir görev için kendimi hazır hissetmiyorum. Teğmen Meirin ve Uzman Başçavuş Ayberk'in yanına Han veya Cubis-san daha iyi gider kanımca. Özellikle Han, aldığı bu ders sonrası yeni bir şansı hak ediyor." demişti. Ne yapıyordu bu herif böyle? Kutsal ejderleri Kaptanından aldığı emire itiraz edecek kadar mı sevmiyordu? Bu sırada gözü Ayberk'e kaydı. O da bu emirden pek memnun değil gibi gözüküyordu. Ardından merakla kaptanına döndü. Acaba kaptan ne karar verecekti?
Eğer kaptan kararında bir değişikliğe gitmezse odadan çıktıktan sonra bir toplantı yapmayı planlıyordu.Zac ve Ayberk’in odadaki hali Meirin’İn hiç hoşuna gitmemişti. Bu yüzden onlarla konuşmalıydı. Ayberk gibi bir apaçiyi görev sırasında sakin kalmaya ikna etmesi kolay olsa da Zac’ı ikna etmekte zorlanacağını düşünüyordu.Bu yüzden Meirin odadan çıktıktan sonra Zac’a kendisi ile birlikte gelmesini söyleyecekti. Konuşacak tenha bir yer bulduktan sonra ona kısaca Rashibalde neler yaşandığını anlatacaktı.
Bunları anlattıktan sonra yüzüne kızgın bir ifade takınacak ve: ‘’Bunları anlatma sebebim seni kendime benzetmem. Adaleti ve refahı sağlayan denizcilerin günümüzde yozlaştığının ve zayıf düştüğünün farkında olmalısın. Ben denizcileri içten düzeltmek için denizcilere katıldım. Eğer senin de amacın buysa salak salak tripleri bırakıp rütbe atlamaya bak. Çünkü şu an bulunduğun rütbe ile hiçbir haltı değiştiremezsin.Bu yüzden seni uyarıyorum. İstediğini yapmakta özgürsün;fakat Muerte de saçma salak bir şeye kalkışırsan seni kurtarmayacağım. Şimdi odana git ve dinlen. Gece yola çıkacağız’’ diyecekti. Ardından kendisi de odasına doğru gidip dinlenmeye koyulacaktı.
Yemekten sonra hep beraber kaptanın odasına çıktılar. Meirin içeri girdiğinde yüzbaşı Gafas’ın da orada olduğunu gördü. Her zaman ki gülümsemesi ile kendilerine bakıyordu. Meirin de hafifçe gülümsemeye çalıştıktan sonra odayı incelemeye başladı.
Sol tarafta bir satranç masası vardı. Meirin satranç masasını görünce heyecanlandı. Satranç oynamayı seviyordu. Belki arada Kaptan veya Yüzbaşı ile satranç oynamak için odaya gelebilirdi. Masanın karşısında ise bir pano vardı. Karargahın başarılarını ve başarısızlıklarını anlatıyordu. Bu panonun benzerinin Valko adasında da olduğunu düşündü Meirin. Her karargah halkı korumaya çalışıyordu sonuçta. Bu uğurda kazanılan başarıların sergilenmek istemesi normaldi. Ayrıca odada kocaman bir kütüphane vardı. Satranç tahtası ve kütüphane.. Meirin aylarca bu odada kalsa bile sıkılmayacağını düşündü. Meirin’in dikkatini çeken bir başka şey de üzerinde resim olan bir darttı. Resimdeki adamın gözlerinde ve ağzında dart okları vardı. Bu kişi her kimse kaptanı kızdırmış olmalıydı.
Meirin ve yanındaki iki kişi kaptanın karşısındaki sandalyelere oturduktan sonra kaptan görevlerini anlatmaya başladı.
Kaptanları, Kutsal ejderlerin Loguetown’a geleceklerini ve Ejderlerin şu an adaya yarım gün uzaklıktaki Muerte adasında olduklarını söyledi. Kendilerinin görevi ise onlar buraya gelene kadar onlara eşlik etmekti. Gece yola çıkacaklar ve gündüz Muerta adasına varacaklardı. Ardından da bir Koramiral ile birlikte Kutsal ejderleri koruyacaklardı. Kaptanları özellikle Kutsal ejderlerin gözlerine bakmamaları ve ne isterlerse yapmaları konusunda kendilerini uyarmıştı.
Kaptan konuşması bittikten sonra gün sonuna kadar izinli olduklarını ve huzurundan çekilebileceklerini söylemişti.
Muerte adası. Yaklaşık 20 yıl önce yaşantının bittiği ve Grandline’e yakın olan Loguetown’a yarım gün uzaklıktaki bir ada…. Rashibal’e ne kadar da benziyor diye düşündü Meirin. ''Sonuçta isimleri farklı endişelenecek bir şey yok.''diye sayıkladı kendi kendine. Gerçi Rashibal adaya sonradan verilmiş bir isimdi. Yine de bu düşünceyi beyninden silip atmayı tercih etti Meirin. Görevine odaklanmalıydı. İlk defa bir kutsal ejder görecekti.
Daha önce Kutsal Ejderler hakkında pek fazla düşünmemişti. Daha doğrusu düşünse de işin içinden çıkamamıştı.
Kendilerine öğretilenlere göre kutsal ejderler tanrıydı ve onlara tapılmalıydı; fakat Meirin bir tanrının varlığına inanmıyordu. Bir tanrı varsa bile bu dünyadaki işlere karışmıyor olmalıydı. Dünya adaletsiz bir yerdi çünkü. Meirin kutsal ejderlerin normal bir insandan farksız olduğuna inanıyordu. Onlarda kendileri gibi nefes alan, yaşayan, duyguları olan, ölebilen canlılardı. Kendilerinden tek farkları tüm düzeni kontrol eden kişiler olmalarıydı. "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." demişti hocası kendisine. Kutsal ejderlerin bir şekilde geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı kontrol edebildikleri için kutsal ejder olduğuna inanıyordu Meirin. Gerçi bu özellikleri onları tanrı yapmaya yetmez miydi? Her şekilde onları sevmiyordu. İnsanları köle olarak kullanan bir zihniyet Meirin’in tanrısı olamazdı.
Kutsal ejderler ister tanrı olsun isterse sıradan bir insan, Meirin onlara bu görev boyunca hürmet etmek zorundaydı. Tek amacı hayatta kalıp yükselmek ve arkadaşlarını bulmaktı. Söz konusu arkadaşlarını bulmak olduğunda gururunu kolaylıkla bir köşeye fırlatabilirdi. Kutsal Ejderlerin dediğini yapmayıp canından olmak istemiyordu. Masum birini vurması istenirse vuracak, kutsal ejderin ayaklarını öpmesi istenirse bu isteği yerine getirecekti. Sonuçta sadece kısa bir süreliğine kutsal ejdere eşlik etmek için oraya gideceklerdi. Sırf gururu ayaklar altına alınacak diye amacından vazgeçemezdi.
Meirin bunları düşündüğü sırada Zac yerinden ayaklanmış ve "Efendim, bu tarz bir görev için kendimi hazır hissetmiyorum. Teğmen Meirin ve Uzman Başçavuş Ayberk'in yanına Han veya Cubis-san daha iyi gider kanımca. Özellikle Han, aldığı bu ders sonrası yeni bir şansı hak ediyor." demişti. Ne yapıyordu bu herif böyle? Kutsal ejderleri Kaptanından aldığı emire itiraz edecek kadar mı sevmiyordu? Bu sırada gözü Ayberk'e kaydı. O da bu emirden pek memnun değil gibi gözüküyordu. Ardından merakla kaptanına döndü. Acaba kaptan ne karar verecekti?
Eğer kaptan kararında bir değişikliğe gitmezse odadan çıktıktan sonra bir toplantı yapmayı planlıyordu.Zac ve Ayberk’in odadaki hali Meirin’İn hiç hoşuna gitmemişti. Bu yüzden onlarla konuşmalıydı. Ayberk gibi bir apaçiyi görev sırasında sakin kalmaya ikna etmesi kolay olsa da Zac’ı ikna etmekte zorlanacağını düşünüyordu.Bu yüzden Meirin odadan çıktıktan sonra Zac’a kendisi ile birlikte gelmesini söyleyecekti. Konuşacak tenha bir yer bulduktan sonra ona kısaca Rashibalde neler yaşandığını anlatacaktı.
Bunları anlattıktan sonra yüzüne kızgın bir ifade takınacak ve: ‘’Bunları anlatma sebebim seni kendime benzetmem. Adaleti ve refahı sağlayan denizcilerin günümüzde yozlaştığının ve zayıf düştüğünün farkında olmalısın. Ben denizcileri içten düzeltmek için denizcilere katıldım. Eğer senin de amacın buysa salak salak tripleri bırakıp rütbe atlamaya bak. Çünkü şu an bulunduğun rütbe ile hiçbir haltı değiştiremezsin.Bu yüzden seni uyarıyorum. İstediğini yapmakta özgürsün;fakat Muerte de saçma salak bir şeye kalkışırsan seni kurtarmayacağım. Şimdi odana git ve dinlen. Gece yola çıkacağız’’ diyecekti. Ardından kendisi de odasına doğru gidip dinlenmeye koyulacaktı.
Misafir- Misafir
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Yemekhaneye girdikten sonra karşılaştığım manzara beni azıcık şaşırtmıştı. Yemekhanede tek bir masa boştu, neden o masanın boş olduğunu düşünürken girişte beni selamlayan adamlardan biri kafasını tezgahtan dışarı çıkartmış ve masamızı ayırttığını söylemişti. Bu karargahta erler ve rütbeliler aynı masada yemek yiyemiyor mu? Saçmalık! Benim geldiğim gemide Kaptanımız da bizimle aynı masada yemek yerdi. Ben böyle gördüm, böyle yetiştim. Ayrıca buranın yemekleri de bir garipti. Gemideyken daha lüks şeyler yediğim olmuştu, herhalde bunun sebebi bizim kaptanın biraz taşaklı olmasıydı. Neyse, bundan sonra burada yaşayacağım için alışmam lazım sanırsam.
Yemek yerken Utangaç Teğmen, Başçavuş Zac'e görevin ne olduğunu sormuştu. Ben de merak ediyordum bu sorunun cevabını. Zac kendince bir tahmin yapmıştı. Görevimizin Kutal Ejderlerle ilgili olabileceğini söylemişti. Buna ihtimal vermiyorum. Sonuçta ejderlerle beraber gezen Koramiraller var, bize iş düşmez o adamların yanında. Hemde bu görevi pek istemiyorum. O kendini Allah sanan orospu çocuklarının yanına gidersem kesin sinirden birine vururum ardından kellem gider. Kimse ölmeyi istemez değil mi?
Yemeklerimizi yedikten sonra Kaptan'ın odasına gitmiştik. Sandalyelerden birine oturduktan sonra Kaptan bize görevimizi açıklamıştı. Oldukça sinirlenmiştim. Tam da Zac'in tahmin ettiği görevi vermişti Kaptan bize. Neden ben amk? Tam da tatil yapabileceğimi düşünmüştüm! Güzel bir ada, kadınlar, rahat bir karargah! Sikerim böyle işi! Ben bu görevi siksen almam. Alırsam orospu çocuğuyum bak o kadar diyorum.
Tam konuşmaya başlayacakken lafa birden Zac atılmıştı. O da benim gibi böyle bir görevi istemiyordu. Az-çok başına ne geleceğini biliyordu pezevenk. Dediğim gibi, kimse kellesinin gitmesini istemez değil mi? Amına kodumun ejderleri niye böyle güçsüz bir denize geldi ki? Siktirin gidin Grand Line'ı falan gezin.
Zac konuşmasını bitirir bitirmez, "Zac'e katlıyorum, ben de bu görevi almak istemiyorum. Ama eğer gitmemi istiyorsanız, gideceğim. " diye huysuz bir şekilde konuşmuştum. Ardından Kaptan'tan gelecek cevabı beklemeye başlamıştım.
Yemek yerken Utangaç Teğmen, Başçavuş Zac'e görevin ne olduğunu sormuştu. Ben de merak ediyordum bu sorunun cevabını. Zac kendince bir tahmin yapmıştı. Görevimizin Kutal Ejderlerle ilgili olabileceğini söylemişti. Buna ihtimal vermiyorum. Sonuçta ejderlerle beraber gezen Koramiraller var, bize iş düşmez o adamların yanında. Hemde bu görevi pek istemiyorum. O kendini Allah sanan orospu çocuklarının yanına gidersem kesin sinirden birine vururum ardından kellem gider. Kimse ölmeyi istemez değil mi?
Yemeklerimizi yedikten sonra Kaptan'ın odasına gitmiştik. Sandalyelerden birine oturduktan sonra Kaptan bize görevimizi açıklamıştı. Oldukça sinirlenmiştim. Tam da Zac'in tahmin ettiği görevi vermişti Kaptan bize. Neden ben amk? Tam da tatil yapabileceğimi düşünmüştüm! Güzel bir ada, kadınlar, rahat bir karargah! Sikerim böyle işi! Ben bu görevi siksen almam. Alırsam orospu çocuğuyum bak o kadar diyorum.
Tam konuşmaya başlayacakken lafa birden Zac atılmıştı. O da benim gibi böyle bir görevi istemiyordu. Az-çok başına ne geleceğini biliyordu pezevenk. Dediğim gibi, kimse kellesinin gitmesini istemez değil mi? Amına kodumun ejderleri niye böyle güçsüz bir denize geldi ki? Siktirin gidin Grand Line'ı falan gezin.
Zac konuşmasını bitirir bitirmez, "Zac'e katlıyorum, ben de bu görevi almak istemiyorum. Ama eğer gitmemi istiyorsanız, gideceğim. " diye huysuz bir şekilde konuşmuştum. Ardından Kaptan'tan gelecek cevabı beklemeye başlamıştım.
Misafir- Misafir
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Pencerenin dışından görünen aydınlık ve sıcak havaya nazaran, Kaptanın odası karanlık ve kasvetliydi. Zac ve Ayberk'in cevapları sonucu Kaptan'ın yüzü o kadar değişmişti ki, Yüzbaşı Gafas bile gülmüyordu artık. Eğdiği yüzü masaya bakıyordu sadece.
"Üçünüz gideceksiniz ve saygıda kusur edilmeyecek. Bu bir emirdir." diyor ve "Çekilebilirsiniz!" diye ekliyor. Hayal kırıklığı taşıyan suratını adasını gören penceresine çeviriyor.
Odasından çıkıp odalarınıza dağıldığınızda, az ileride bulunan Teğmen Meirin'in odası görece büyük, ceviz ağacından yapılmış masa ve büyük bir duvarı kaplayan bir kütüphane ve içerisinde tek bir kitap. "Tanrılara hakaret." Pencereden kafanı uzatıp sağa bakarsan limanı görebilirsin, onun dışında idam meydanını görebilmen mümkün pencereden. Masanda Kaptan'dan not.
"Hediyelerini beğenmeni umarım."
Sonrasından Ayberk'in odası, nispeten Zac'ın ki ile aynı. Çok büyük olmayan bir oda. Bir masa, masanın arkasında bir sandalye ve önünde 2 sandalye, bir kitaplık ve içinde bir kitap "Tanrı'lara Hakaret."...
Masada bir not.
"Hediyelerini beğenmeni umarım."
"Üçünüz gideceksiniz ve saygıda kusur edilmeyecek. Bu bir emirdir." diyor ve "Çekilebilirsiniz!" diye ekliyor. Hayal kırıklığı taşıyan suratını adasını gören penceresine çeviriyor.
Odasından çıkıp odalarınıza dağıldığınızda, az ileride bulunan Teğmen Meirin'in odası görece büyük, ceviz ağacından yapılmış masa ve büyük bir duvarı kaplayan bir kütüphane ve içerisinde tek bir kitap. "Tanrılara hakaret." Pencereden kafanı uzatıp sağa bakarsan limanı görebilirsin, onun dışında idam meydanını görebilmen mümkün pencereden. Masanda Kaptan'dan not.
"Hediyelerini beğenmeni umarım."
Sonrasından Ayberk'in odası, nispeten Zac'ın ki ile aynı. Çok büyük olmayan bir oda. Bir masa, masanın arkasında bir sandalye ve önünde 2 sandalye, bir kitaplık ve içinde bir kitap "Tanrı'lara Hakaret."...
Masada bir not.
"Hediyelerini beğenmeni umarım."
East Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 299
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
- Heart Of The Dragon:
Bir an gözlerimi Kaptan'dan ve odanın kasvetli havasından çekip, dışarıya doğru diktiğimde aklımdan geçen tek şey adamım bu görevi istemediğimdi. Bir grup kendini tanrı sananlar benim ideolojime göre benim inancımı, korumamı ve saygımı hak etmiyordu. Bu açlıktan ölen bir kurt sürüsünün sırf avı yorgun diye saygı duyup avlamaması kadar saçma ve kanunlara aykırı geliyordu. Neden ben bunu yapmak zorundaydım? İstemiyordum. Bir denizci olsamda Kutsal Ejder bozuntularını kabul edemiyordum, benim olayım şu pencereden dışarıya baktığımda gördüğüm insanlarla ilgiliydi. Onların bugün var olan huzurunu yarına aktarmak benim yegane görevimdi; fakat karşımda duran ve büyük bir saygı duyduğum Kaptan Fumador benden bunu istemiyordu. Ben bir aptal bakıcısı değildim, tek düşündüğüm buydu.
Yavaşça öne doğru yalpalanan bakışlarım bu sefer Ayberk'e kaydı. Uzman Başçavuş Ayberk, benimle aynı tepkiyi koyup bu görevi istemediğini, bana hak verdiğini söyledi. Ne demekti bu? Bu odada Kutasl Ejderlerden haz duymayan ikinci bir yeni nesil denizci daha mı vardı? Ya da sadece böyle büyük çaplı görevin altından gerçekten de kalkamayacağına mı inanıyordu? Derince aldığım nefesi, iliklerime kadar hissettiğim o kasvetle yarıda bırakmak zorunda kaldım. Yavaşça bakışlarımı masanın arkasında kalan Kaptan Fumador'a çevirdim. Odaya girdiğimizde ki yüz ifadesi ile şuan ki yüz ifadesi arasında bir uçurum vardı. Aradaki farkı anlamam için yüzünden gülümsemesi eksik olmayan Gafas'tan anlayabiliyordum. Artık gülmüyordu bu kadın. İstemsizce Kaptan Fumador'un etkisi altında yutkundum. Gerçekten güçlü olan bu adamın bende oluşturduğu baskı güçle alakalı değildi, daha çok ezici bir aurası ve yetki alanı vardı. Rütbesine yaraşır bir adamdı kesinlikle Kaptan Fumador. Bir gün böyle bir adam olmak isterdim doğrusu adamım, gerçi kişiliklerimiz arasında bir fark olduğundan çok daha farklı olurdum ama o aura, her şey o aurada bitiyordu vesselam anlıyor musun?
Kaptan Fumador'un sarf ettiği sözler benim için bir hayal kırıklığıydı. İsterse Cubis-san veya Yavşak Han'ı atayabilirdi. Benden ne eksikleri nede fazlaları vardı kanımca; ama bunu yapmamıştı. Kesin bir dilde üçümüzün gideceğini ve az önce sarf ettiği şeyler çerçevesinde saygıda kusur edilmemesi gerektiğini buyurmuştu; çünkü verdiği şey itirazı kaldıramayacak kadar keskin ve bir o kadar da net bir emirdi. Çekilebilirsiniz lafına, hışımla tepki verip kapıyı hızlıca açmam ve odadan çıkmam bir oldu. İlk işim öfkeden kuduran bakışlarıma saçlarımı düşürerek saklamak oldu. Derince aldığım nefesler ile kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum ama nafileydi. Vücut ısım yaşadığım duygu haline tepki verip artıyordu. Şuan bir insanı öldürecek ısı derecelerinde olmalıydı vücudum. Avuç içime doğru baktığında birine dokunduğum zaman canını yakabileceğimi hissediyordum. Vücudumun bu kadar sıcak olması... Sakinleşmeliydim. Ben bu değildim, öfkemi korumalıydım. Aldığım görevin içeriği ne kadar iğrenç olursa olsun bir denizciydim, bunu yapmalıydım. Başka şansım yoktu. Bugünün insanlarını yarında korumak için bu aptal görevi kabul etmekten başka şansım yoktu, anlıyor musun beni azizim?
Tam hışımla odama doğru yönelecek iken arkamdan çıkan Teğmen Meirin beni durdurdu ve bir şeyler konuşmak istediğini söyleyip beni tenha bir yere çekti. Bir süre bakıştıktan sonra önce başından geçenleri anlattı. Aptal bir denizcinin zamanında yaşadığı Rashibal adındaki yeri katlettiğini öğrendiğimde içim burkuldu bir an, nasıl bir denizci korsanlarla birlikte sivilleri de katledebilirdi ki? Bu doğru değildi. Karşımdaki bu kadının nasıl denizci olduğunu düşünürken, devam ettiği konuşmasında anladım. Gerçekten de bana benzeyen bu kadının aynı benim gibi denizcileri içeriden değiştirmek gibi bir amacı varmış... Bir an içimi saran mutluluk ile yüzümde buruk bir gülümseme belirdi.
Yeni nesil gümbür gümbür geliyordu; ama şöyle bir baktığımda, bu kadının amaçlarına yükselmek için benden uzak durması gerekiyordu. Şu saatten sonra çoğu denizcinin gözünde, buna Kaptan Fumador'da dahil tehlikeli bir parazitten ötesi değildim. Şu saatten sonra yalnız olmam hem kendim için hemde bu tarz insanlarında benim kötü şöhretimden etkilenmemesi için ideal olanıydı. Yeni gelmiş bu Teğmenin benim yaşadığım şeyleri yaşamasını istemiyordum, bu yüzden istemesemde şimdi gözüme çok daha güzel görünen bu kadını kendimden uzaklaştıracaktım. Benden nefret etmesini sağlayacaktım. İşte o zaman amaçlarına ulaşabilirdi. İşte o zaman belkide artık benim başaramayacağım o şeyi başarabilirdi.
“Teğmenim, size bir denizci hakkında bir hikâye anlatmama izin verin…” dedim. Derince aldığım bir nefes sonrası devam ettim keskinlikle parıldayan siyah gözlerimi bu genç, deneyimsiz teğmen bozuntusunun gözlerine dikerek: “Bir denizci varmış, adaleti ile genç yaşında dört bir yana nam salmış. Geleceğin potansiyel denizcilerinden biri olarak görülüyormuş. Bu denizciyi bir gün ileride potansiyel bela yaratacak, güçlü bir korsan olma yolunda ilerleyen bir korsan tayfasını yakalamakla yükümlü olan bir filoya atamışlar. Aylar ayları kovaladıktan sonra Logetown’da kıstırmışlar bu korsan tayfasını. Korsan tayfası ise bir grup gençten oluşma, iyi niyetli çocuklarmış. Tabii bizim denizci bunu biliyormuş… Koca bir denizci alayı gri şehrin sokaklarını beyazlara bulamış ve dört bir yanda bu tayfanın üyelerini aramış… Şans eseri tayfanın kaptanını, bizim denizci bulmuş. Denizci bir dost edası ile kaptana yaklaşmış ve kendisiyle yaşıt olan bu kaptanla uzunca bir sohbete girişmiş, sohbetin sonunda denizci, korsanın ve tayfasının gitmesine izin vermiş. Amacı One Piece olan, bir grup iyi niyetli çocuğu ölüme teslim edemeyecek kadar adaletliymiş o denizci; çünkü eğer bu korsan tayfasını ele verirse tayfadaki her bireyin idama mahkum edileceğini biliyormuş. O yüzden onları serbest bırakmış. Daha sonra denizciler bunu öğrenince denizcinin rütbesi elinden alınmış ve karargahın temizlik işlerini ona vermişler. Düne kadar bu denizcinin ağırlığından korkan erler onu alay konusu etmişler, onunla uğraşmışlar ve ona bir lakap takmışlar: En Değersiz; çoğu kişi bu denizciden nefret eder” Duraksadım ve bakışlarımı tenha olan bu yerde birkaç saniye kadar gezdirdim. “Bu hikâyeden ne anlayacağınız size kalmış; fakat teğmenim tanrı insanı topraktan şeytanı ise ateşten yaratmıştır…” Derince aldığım bir nefesi geri bırakırken ateşten oluşma bir buket teğmenin yüz hatlarına doğru ilerliyordu. Elimi teğmenin yüzü ile ateşin arasına koyduktan sonra ateş oluşturmayı sonlandırdım ve: “...Başçavuş Değersiz gibi insanlar ve şeytanlar tehlikelidir, onlardan uzak dursanız iyi edersiniz; çünkü onlar cehennemdir ve cehennemde cenneti kanatlarında taşıyan bir kelebeğin şansı yoktur; üzgünüm. ”
Vereceği cevabı beklemeden attığım adımların beni odama götürmediğinden emindim. Yüzümde memnun bir gülümseme belirirken bu kadının yükselişini merakla bekliyordum. Şimdilik Carry'nin yanına gidecek ve bir süre onunla oyalanıp, düzgün bir kafada düşünecektim.
Yavaşça öne doğru yalpalanan bakışlarım bu sefer Ayberk'e kaydı. Uzman Başçavuş Ayberk, benimle aynı tepkiyi koyup bu görevi istemediğini, bana hak verdiğini söyledi. Ne demekti bu? Bu odada Kutasl Ejderlerden haz duymayan ikinci bir yeni nesil denizci daha mı vardı? Ya da sadece böyle büyük çaplı görevin altından gerçekten de kalkamayacağına mı inanıyordu? Derince aldığım nefesi, iliklerime kadar hissettiğim o kasvetle yarıda bırakmak zorunda kaldım. Yavaşça bakışlarımı masanın arkasında kalan Kaptan Fumador'a çevirdim. Odaya girdiğimizde ki yüz ifadesi ile şuan ki yüz ifadesi arasında bir uçurum vardı. Aradaki farkı anlamam için yüzünden gülümsemesi eksik olmayan Gafas'tan anlayabiliyordum. Artık gülmüyordu bu kadın. İstemsizce Kaptan Fumador'un etkisi altında yutkundum. Gerçekten güçlü olan bu adamın bende oluşturduğu baskı güçle alakalı değildi, daha çok ezici bir aurası ve yetki alanı vardı. Rütbesine yaraşır bir adamdı kesinlikle Kaptan Fumador. Bir gün böyle bir adam olmak isterdim doğrusu adamım, gerçi kişiliklerimiz arasında bir fark olduğundan çok daha farklı olurdum ama o aura, her şey o aurada bitiyordu vesselam anlıyor musun?
Kaptan Fumador'un sarf ettiği sözler benim için bir hayal kırıklığıydı. İsterse Cubis-san veya Yavşak Han'ı atayabilirdi. Benden ne eksikleri nede fazlaları vardı kanımca; ama bunu yapmamıştı. Kesin bir dilde üçümüzün gideceğini ve az önce sarf ettiği şeyler çerçevesinde saygıda kusur edilmemesi gerektiğini buyurmuştu; çünkü verdiği şey itirazı kaldıramayacak kadar keskin ve bir o kadar da net bir emirdi. Çekilebilirsiniz lafına, hışımla tepki verip kapıyı hızlıca açmam ve odadan çıkmam bir oldu. İlk işim öfkeden kuduran bakışlarıma saçlarımı düşürerek saklamak oldu. Derince aldığım nefesler ile kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum ama nafileydi. Vücut ısım yaşadığım duygu haline tepki verip artıyordu. Şuan bir insanı öldürecek ısı derecelerinde olmalıydı vücudum. Avuç içime doğru baktığında birine dokunduğum zaman canını yakabileceğimi hissediyordum. Vücudumun bu kadar sıcak olması... Sakinleşmeliydim. Ben bu değildim, öfkemi korumalıydım. Aldığım görevin içeriği ne kadar iğrenç olursa olsun bir denizciydim, bunu yapmalıydım. Başka şansım yoktu. Bugünün insanlarını yarında korumak için bu aptal görevi kabul etmekten başka şansım yoktu, anlıyor musun beni azizim?
Tam hışımla odama doğru yönelecek iken arkamdan çıkan Teğmen Meirin beni durdurdu ve bir şeyler konuşmak istediğini söyleyip beni tenha bir yere çekti. Bir süre bakıştıktan sonra önce başından geçenleri anlattı. Aptal bir denizcinin zamanında yaşadığı Rashibal adındaki yeri katlettiğini öğrendiğimde içim burkuldu bir an, nasıl bir denizci korsanlarla birlikte sivilleri de katledebilirdi ki? Bu doğru değildi. Karşımdaki bu kadının nasıl denizci olduğunu düşünürken, devam ettiği konuşmasında anladım. Gerçekten de bana benzeyen bu kadının aynı benim gibi denizcileri içeriden değiştirmek gibi bir amacı varmış... Bir an içimi saran mutluluk ile yüzümde buruk bir gülümseme belirdi.
Yeni nesil gümbür gümbür geliyordu; ama şöyle bir baktığımda, bu kadının amaçlarına yükselmek için benden uzak durması gerekiyordu. Şu saatten sonra çoğu denizcinin gözünde, buna Kaptan Fumador'da dahil tehlikeli bir parazitten ötesi değildim. Şu saatten sonra yalnız olmam hem kendim için hemde bu tarz insanlarında benim kötü şöhretimden etkilenmemesi için ideal olanıydı. Yeni gelmiş bu Teğmenin benim yaşadığım şeyleri yaşamasını istemiyordum, bu yüzden istemesemde şimdi gözüme çok daha güzel görünen bu kadını kendimden uzaklaştıracaktım. Benden nefret etmesini sağlayacaktım. İşte o zaman amaçlarına ulaşabilirdi. İşte o zaman belkide artık benim başaramayacağım o şeyi başarabilirdi.
“Teğmenim, size bir denizci hakkında bir hikâye anlatmama izin verin…” dedim. Derince aldığım bir nefes sonrası devam ettim keskinlikle parıldayan siyah gözlerimi bu genç, deneyimsiz teğmen bozuntusunun gözlerine dikerek: “Bir denizci varmış, adaleti ile genç yaşında dört bir yana nam salmış. Geleceğin potansiyel denizcilerinden biri olarak görülüyormuş. Bu denizciyi bir gün ileride potansiyel bela yaratacak, güçlü bir korsan olma yolunda ilerleyen bir korsan tayfasını yakalamakla yükümlü olan bir filoya atamışlar. Aylar ayları kovaladıktan sonra Logetown’da kıstırmışlar bu korsan tayfasını. Korsan tayfası ise bir grup gençten oluşma, iyi niyetli çocuklarmış. Tabii bizim denizci bunu biliyormuş… Koca bir denizci alayı gri şehrin sokaklarını beyazlara bulamış ve dört bir yanda bu tayfanın üyelerini aramış… Şans eseri tayfanın kaptanını, bizim denizci bulmuş. Denizci bir dost edası ile kaptana yaklaşmış ve kendisiyle yaşıt olan bu kaptanla uzunca bir sohbete girişmiş, sohbetin sonunda denizci, korsanın ve tayfasının gitmesine izin vermiş. Amacı One Piece olan, bir grup iyi niyetli çocuğu ölüme teslim edemeyecek kadar adaletliymiş o denizci; çünkü eğer bu korsan tayfasını ele verirse tayfadaki her bireyin idama mahkum edileceğini biliyormuş. O yüzden onları serbest bırakmış. Daha sonra denizciler bunu öğrenince denizcinin rütbesi elinden alınmış ve karargahın temizlik işlerini ona vermişler. Düne kadar bu denizcinin ağırlığından korkan erler onu alay konusu etmişler, onunla uğraşmışlar ve ona bir lakap takmışlar: En Değersiz; çoğu kişi bu denizciden nefret eder” Duraksadım ve bakışlarımı tenha olan bu yerde birkaç saniye kadar gezdirdim. “Bu hikâyeden ne anlayacağınız size kalmış; fakat teğmenim tanrı insanı topraktan şeytanı ise ateşten yaratmıştır…” Derince aldığım bir nefesi geri bırakırken ateşten oluşma bir buket teğmenin yüz hatlarına doğru ilerliyordu. Elimi teğmenin yüzü ile ateşin arasına koyduktan sonra ateş oluşturmayı sonlandırdım ve: “...Başçavuş Değersiz gibi insanlar ve şeytanlar tehlikelidir, onlardan uzak dursanız iyi edersiniz; çünkü onlar cehennemdir ve cehennemde cenneti kanatlarında taşıyan bir kelebeğin şansı yoktur; üzgünüm. ”
Vereceği cevabı beklemeden attığım adımların beni odama götürmediğinden emindim. Yüzümde memnun bir gülümseme belirirken bu kadının yükselişini merakla bekliyordum. Şimdilik Carry'nin yanına gidecek ve bir süre onunla oyalanıp, düzgün bir kafada düşünecektim.
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Kendini odasına zor atmıştı. Odasına girdiği gibi yere yığıldı. Ağlamak istiyordu. En son ne zaman ağladığını hatırlamıyordu bile. O her zaman acılarını ve hayal kırıklıklarını içindeki derin kuyuya atardı. Bu şekilde yapınca yoluna hasar almadan devam edebileceğini düşünüyordu. Yine de içindeki derin kuyu taşardı bazen. O anlarda çıldıracakmış gibi hissederdi. İçinde bastırdığı onlarca duygu, kafasındaki onlarca düşünce ile birlikte tüm vücudunu ele geçirir ve kendisini hareket edemez hale getirirdi. Yine aynı şey oluyordu. Aklına gelen pişmanlıkları beynini patlatacak gibiydi.
Neden Zac denen adamın kendisine o kadar çok laf söylemesine izin vermişti? İstese oracıkta ona haddini bildirebilirdi. Neden üst rütbede olmasına rağmen alttan alan kendisiydi? Bunun cevabı az çok belliydi. Meirin bir askerin kendisinden korktuğu için ona saygı duymasındansa kimse tarafından kaale alınmamayı tercih ederdi.Ayrıca birine kutsal ejderleri sevmediği için kızamazdı. Sonuçta kendisi de onları sevmiyordu.
Ah,ah! Loguetown’a ne hayaller ile gelmişti..O çevresindekiler tarafından sevilen iyi bir teğmen olacaktı. Hem karargahtakiler ile iyi anlaşacak hem de görev sırasında çevresindekilere güven veren iyi bir önder olacaktı. Yine de yarım gün bile olmadan hayalleri yıkılmıştı. Aynı göreve çıkacağı iki kişiden biri iflah olmaz bir sapıktı. Diğeri ise kendisinin ona yaklaşmasını bile istemiyordu. Fumador'un kendisini sevmediği belliydi. Yüzbaşı ise sadece Fumador ile ilgileniyor gibiydi.
Yine yalnız kalacaktı.Yalnız kalmaktan korkuyordu. Neden her seferinde aynı şey oluyordu? Neden gittiği her yerde yalnız kalıyordu? Tek düşündüğü yanında görev alacak iki askerin aptalca bir şey yapıp ölmemeleriydi. Yanındaki kişilerin hayatını düşünüp de onları düzgünce uyarmaya çalışmanın nesi yanlıştı? Neden nazik olmaya çalıştıkça ezilen hep kendisi oluyordu? Birine sözünü dinletmek için illa ki bağırıp çağırmalı mıydı?
Meirin’in beynine akın etmeye devam ediyordu cevapsız sorular. Hocası İzumi bu durumda olsa neler yapardı diye düşündü bu sefer. Hocası olsa muhtemelen kendisini ezen Zac gibi davranırdı. Gururunu kaybetmektense ölmeyi yeğlerdi İzumi. Durumun böyle olduğunu bilmek onu iyice kahretti. Hocasının asla onaylamayacağı hareketleri yapıyordu. Tek isteği hocasının öğretilerine göre yaşamaya devam edip diğer arkadaşlarını bulmaktı; fakat aradan 8 yıl geçmesine rağmen bir kişiden bile haber alamamıştı. Acaba arkadaşları ölmüş müydü? Acaba bir daha hocasını görecek miydi? Acaba hocasını kendisinin denizci olduğunu öğrendiğinde yüzüne bakacak mıydı? Bilmiyordu Meirin. İki elini kulaklarına götürmüş bir şekilde cenin pozisyonunda ağlarken İçinden fırlayan hiçbir sorunun cevabını bulamıyordu.
Sorular dur durak bilmeden saldırmaya devam ediyordu Meirin’e. Acaba hocası, öğrencilerinin öğretilerine bağlı kalarak yaşamasını istiyor muydu ki? Hocası muhtemelen herkesin istediği hayatı yaşamasını isterdi . Peki Meirin’in istediği hayat bu muydu? İstediği hayatı yaşayıp yaşamadığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Arkadaşlarını bulmak dışında tek bir amacı bile yoktu ki. Hem hayatta kalıp hem de güçlenmek için katılmıştı denizcilere. Bir nevi kolay yolu seçmişti. Şimdi de oradan oraya savruluyordu. Bazen halkın güvenliğini sağladığını düşünüp kendini tatmin ederdi; fakat asıl isteği bu muydu? Bundan hiçbir zaman emin olamayacaktı. Hiçbir zaman emin olamayacağı şeyler yüzünden gidip kutsal ejderlerin bir taraflarını yalayacak olması doğru muydu ki? Gerçi onu yapabileceğinden bile emin değildi. Yükselmek için ne gerekiyorsa yapması gerektiğini düşünürdü hep; fakat şu ana kadar yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmamıştı. Acaba o an geldiğinde gerekeni yapabilecek miydi? Eğer gerekeni yaparsa Rashibal'i yakıp yıkan Tuğamiral Rashibal'den bir farkı kalacak mıydı?
Meirin bilmiyordu. Her zaman olduğu gibi kararsızdı. Kendi başına bir fabrikaya dalıp silah ticareti yapan suçluları yakalayacak kadar fiziksel gücü olsa da zihinsel olarak çok zayıftı. Dışı sırtında kocaman bir kalkanı olan asil bir savaşçı iken, içinde ise küçücük masum bir kız yaşıyordu. Sırf bu yüzden teğmen olmayı hak etmediğini düşünüyordu Meirin. Onun kaderi bir köşede ölümü beklemekti belki de.
Sonra ''Of!Yeter!''deyip doğrultu yattığı yerden. ''Ejderine de askerine de lanet yağsın'' diye bağırdı gözyaşlarını silerken. Madem hayatta sadece bir amacı vardı; o da her zaman yaptığı gibi o amacına yönelik yaşamaya devam edecekti. Emrinin altındaki askerlerle iyi geçinmek de onların ölecek olmaları da umrunda olmayacaktı. Sadece güçlenmeye devam edecek ve bir gün aradığına ulaşacaktı. Böyle yaparak kendisine yalan söylediğini biliyordu. Ne olursa olsun çevresindekilerin göz göre göre ölmelerine izin vermezdi. Yine de bu düşüncelerini birkaç kez tekrarladı içinden.
Ardından pencerenin yanına gidip limanı gözetledi biraz. Akşam olmasına daha vardı. Fumador, Zac ve Ayberk'in söylediklerine kızmış ve isteseler de istemeseler de göreve gideceklerini söylemişti. Bu yüzden üçü ve Ruta adındaki rotacıları akşam yola çıkacaklardı. ''Acaba Ruta nasıl biri? '' diye düşündü içinden. Muhtemelen onla da anlaşamayacaklardı. Yine de bu dört kişi içinde en yetkili kişi kendisi olacağından görev boyunca diğer üçüne bir şey olmasına izin vermeyecekti. Bunu nasıl yapacağını bilmese de bir yolunu bulacağını düşünüyordu.
Ardından odasındaki kütüphaneye ilişti gözü. Yalnız başına kitaplıkta duran kitabı fark etti. Hemen oraya doğru bir adım attı ve kitabı eline aldı.Kitabın ismi 'Tanrılara Hakaret' idi. ''Tanrılara hakaret ha. Biraz ironik bir isim'' dedi gülümseyerek. Kitabı alıp masasına geçti hemen. Hareket edecekleri vakte kadar kitabı okumayı düşünüyordu. Kitabı bitiremese bile yanına alıp gemide okurdu. Masasına geçtiği sırada bir not gördü. Notta 'hediyelerini beğenmeni umarım.' yazıyordu.Notu yazan kaptandı. Notu gördüğünde tüm karamsarlığı uçup gitti. Her zaman yaptığı gibi kitabın kokusunu içine çektikten sonra kitabı okumaya başladı.
Neden Zac denen adamın kendisine o kadar çok laf söylemesine izin vermişti? İstese oracıkta ona haddini bildirebilirdi. Neden üst rütbede olmasına rağmen alttan alan kendisiydi? Bunun cevabı az çok belliydi. Meirin bir askerin kendisinden korktuğu için ona saygı duymasındansa kimse tarafından kaale alınmamayı tercih ederdi.Ayrıca birine kutsal ejderleri sevmediği için kızamazdı. Sonuçta kendisi de onları sevmiyordu.
Ah,ah! Loguetown’a ne hayaller ile gelmişti..O çevresindekiler tarafından sevilen iyi bir teğmen olacaktı. Hem karargahtakiler ile iyi anlaşacak hem de görev sırasında çevresindekilere güven veren iyi bir önder olacaktı. Yine de yarım gün bile olmadan hayalleri yıkılmıştı. Aynı göreve çıkacağı iki kişiden biri iflah olmaz bir sapıktı. Diğeri ise kendisinin ona yaklaşmasını bile istemiyordu. Fumador'un kendisini sevmediği belliydi. Yüzbaşı ise sadece Fumador ile ilgileniyor gibiydi.
Yine yalnız kalacaktı.Yalnız kalmaktan korkuyordu. Neden her seferinde aynı şey oluyordu? Neden gittiği her yerde yalnız kalıyordu? Tek düşündüğü yanında görev alacak iki askerin aptalca bir şey yapıp ölmemeleriydi. Yanındaki kişilerin hayatını düşünüp de onları düzgünce uyarmaya çalışmanın nesi yanlıştı? Neden nazik olmaya çalıştıkça ezilen hep kendisi oluyordu? Birine sözünü dinletmek için illa ki bağırıp çağırmalı mıydı?
Meirin’in beynine akın etmeye devam ediyordu cevapsız sorular. Hocası İzumi bu durumda olsa neler yapardı diye düşündü bu sefer. Hocası olsa muhtemelen kendisini ezen Zac gibi davranırdı. Gururunu kaybetmektense ölmeyi yeğlerdi İzumi. Durumun böyle olduğunu bilmek onu iyice kahretti. Hocasının asla onaylamayacağı hareketleri yapıyordu. Tek isteği hocasının öğretilerine göre yaşamaya devam edip diğer arkadaşlarını bulmaktı; fakat aradan 8 yıl geçmesine rağmen bir kişiden bile haber alamamıştı. Acaba arkadaşları ölmüş müydü? Acaba bir daha hocasını görecek miydi? Acaba hocasını kendisinin denizci olduğunu öğrendiğinde yüzüne bakacak mıydı? Bilmiyordu Meirin. İki elini kulaklarına götürmüş bir şekilde cenin pozisyonunda ağlarken İçinden fırlayan hiçbir sorunun cevabını bulamıyordu.
Sorular dur durak bilmeden saldırmaya devam ediyordu Meirin’e. Acaba hocası, öğrencilerinin öğretilerine bağlı kalarak yaşamasını istiyor muydu ki? Hocası muhtemelen herkesin istediği hayatı yaşamasını isterdi . Peki Meirin’in istediği hayat bu muydu? İstediği hayatı yaşayıp yaşamadığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Arkadaşlarını bulmak dışında tek bir amacı bile yoktu ki. Hem hayatta kalıp hem de güçlenmek için katılmıştı denizcilere. Bir nevi kolay yolu seçmişti. Şimdi de oradan oraya savruluyordu. Bazen halkın güvenliğini sağladığını düşünüp kendini tatmin ederdi; fakat asıl isteği bu muydu? Bundan hiçbir zaman emin olamayacaktı. Hiçbir zaman emin olamayacağı şeyler yüzünden gidip kutsal ejderlerin bir taraflarını yalayacak olması doğru muydu ki? Gerçi onu yapabileceğinden bile emin değildi. Yükselmek için ne gerekiyorsa yapması gerektiğini düşünürdü hep; fakat şu ana kadar yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmamıştı. Acaba o an geldiğinde gerekeni yapabilecek miydi? Eğer gerekeni yaparsa Rashibal'i yakıp yıkan Tuğamiral Rashibal'den bir farkı kalacak mıydı?
Meirin bilmiyordu. Her zaman olduğu gibi kararsızdı. Kendi başına bir fabrikaya dalıp silah ticareti yapan suçluları yakalayacak kadar fiziksel gücü olsa da zihinsel olarak çok zayıftı. Dışı sırtında kocaman bir kalkanı olan asil bir savaşçı iken, içinde ise küçücük masum bir kız yaşıyordu. Sırf bu yüzden teğmen olmayı hak etmediğini düşünüyordu Meirin. Onun kaderi bir köşede ölümü beklemekti belki de.
Sonra ''Of!Yeter!''deyip doğrultu yattığı yerden. ''Ejderine de askerine de lanet yağsın'' diye bağırdı gözyaşlarını silerken. Madem hayatta sadece bir amacı vardı; o da her zaman yaptığı gibi o amacına yönelik yaşamaya devam edecekti. Emrinin altındaki askerlerle iyi geçinmek de onların ölecek olmaları da umrunda olmayacaktı. Sadece güçlenmeye devam edecek ve bir gün aradığına ulaşacaktı. Böyle yaparak kendisine yalan söylediğini biliyordu. Ne olursa olsun çevresindekilerin göz göre göre ölmelerine izin vermezdi. Yine de bu düşüncelerini birkaç kez tekrarladı içinden.
Ardından pencerenin yanına gidip limanı gözetledi biraz. Akşam olmasına daha vardı. Fumador, Zac ve Ayberk'in söylediklerine kızmış ve isteseler de istemeseler de göreve gideceklerini söylemişti. Bu yüzden üçü ve Ruta adındaki rotacıları akşam yola çıkacaklardı. ''Acaba Ruta nasıl biri? '' diye düşündü içinden. Muhtemelen onla da anlaşamayacaklardı. Yine de bu dört kişi içinde en yetkili kişi kendisi olacağından görev boyunca diğer üçüne bir şey olmasına izin vermeyecekti. Bunu nasıl yapacağını bilmese de bir yolunu bulacağını düşünüyordu.
Ardından odasındaki kütüphaneye ilişti gözü. Yalnız başına kitaplıkta duran kitabı fark etti. Hemen oraya doğru bir adım attı ve kitabı eline aldı.Kitabın ismi 'Tanrılara Hakaret' idi. ''Tanrılara hakaret ha. Biraz ironik bir isim'' dedi gülümseyerek. Kitabı alıp masasına geçti hemen. Hareket edecekleri vakte kadar kitabı okumayı düşünüyordu. Kitabı bitiremese bile yanına alıp gemide okurdu. Masasına geçtiği sırada bir not gördü. Notta 'hediyelerini beğenmeni umarım.' yazıyordu.Notu yazan kaptandı. Notu gördüğünde tüm karamsarlığı uçup gitti. Her zaman yaptığı gibi kitabın kokusunu içine çektikten sonra kitabı okumaya başladı.
Misafir- Misafir
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
İstemiyordum... Bu göreve gerçekten gitmek istemiyordum fakat yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kaptan'dan gelen emir kesindi. Bense bu emri yok sayacak kadar yetkili değilim. Suratından büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını anlamıştım. Aynı hayal kırıklığını ben de yaşadım. Kodumun adasına tatil yapmak için geliyorum ve dünya üzerinde bana vermemeleri gereken tek görevi veriyorlar. Dünyadaki en şanssız insan ben olabilir miyim acaba?
Keşke fikrimi değiştirip denizci olmasaydım. Keşke kardeşlerim gibi korsan olsaydım. Eminim onlar köyümüze saldıran orospu çocukları gibi değildir... Neler düşünüyorum ben böyle? Gerçekten kararımdan pişman mı oldum ben az önce? Sikerler amk, hani hayatı pişman olmadan yaşayacaktım? Birkaç sene bana emir verebilirler, istemediğim görevlere gönderebilirler! Ama sonrasında bana emir veren herkes bana aşağıdan bakıp imrenecek. Ayrıca böyle büyük bir nimet ayağıma gelmiş ben neden şikayet edip duruyorum? Hızlıca rütbe atlamayı düşünmüyor muyum ben? Rütbe atlamak için bundan daha iyi görev mi var amk? Koskoca orospu çocuklarını koruyacağız lan! Bu dünyanın en üst kesiminden insanlar, TANRILAR! Sıfır riskli bir görev, götümüzü yayıp yatacağız. East Blue'da hangi salakta tanrılara saldıracak kadar yürek var ki? Ayrıca yanımızda koskoca Koramiral var, ondan bir şeyler öğrenebilirim belki.
Kaptan'ın odasından çıkıp odama doğru yöneldiğimde Teğmen'in Zac'i kenara çektiğini gördüm. Umrumda değildi o yüzden yoluma devam ettim. Odamın kapısını açtığımda oldukça sade bir odayla karşılaştım. Benim gibi bir insana hiç yakışmayan bir oda. Bir masa, iki sandalye, bir tane de kitaplık nedir lan? O kadar Uzman Başçavuş olmuşuz gördüğümüz değere bak. Koy iki tane ucuzundan tablo, ölür müsün? Neyse, yapacak bir şey yok. Burayı güzelleştirecek kişi benim. Görevimiz bittikten sonra odaya güzel bir çeki-düzen veririm.
Odamdaki masanın üstünde bir not vardı. Orospu çocuğu Kaptan bir de utanmadan 'Hediyelerini beğenmeni umarım' yazmış nota. Hani nerede hediye? Kitaplık mı hediye? Masa mı hediye? Yoksa sandalyeler mi? Kodumun çocuğu aklınca dalga geçiyor benimle. Adını unutmayacağım Kaptan Fumador, hak ettiğim rütbeye geldiğimde seni idam ettireceğim. Sikerim seni de hediyeni de orospu çocuğu! Sen kim oluyo'n da benimle dalga geçiyorsun!
Büyük bir öfkeyle ALTIN sopamı havaya kaldırdım. Tam duvardaki kitaplığa vuracakken, kitaplıkta bir kitap durduğunu gördüm. Sopamı usulca yere indirdim. Elimi kitaplığa uzattım ve kitabı kavradım. Kitabın kapağına bakınca adının 'Tanrılara Hakaret' olduğunu gördüm. İstemsizce suratımda bir sırıtma oluştu. Hızlıca masamın arkasındaki sandalyeye oturdum. Ayaklarımı masaya uzattıktan, sopamı masaya bıraktıktan sonra kitabın kapağını araladım ve okumaya başladım. Hem zaman geçirecek bir şey buldum, hem de beni sakinleştirebilecek bir şey.
Keşke fikrimi değiştirip denizci olmasaydım. Keşke kardeşlerim gibi korsan olsaydım. Eminim onlar köyümüze saldıran orospu çocukları gibi değildir... Neler düşünüyorum ben böyle? Gerçekten kararımdan pişman mı oldum ben az önce? Sikerler amk, hani hayatı pişman olmadan yaşayacaktım? Birkaç sene bana emir verebilirler, istemediğim görevlere gönderebilirler! Ama sonrasında bana emir veren herkes bana aşağıdan bakıp imrenecek. Ayrıca böyle büyük bir nimet ayağıma gelmiş ben neden şikayet edip duruyorum? Hızlıca rütbe atlamayı düşünmüyor muyum ben? Rütbe atlamak için bundan daha iyi görev mi var amk? Koskoca orospu çocuklarını koruyacağız lan! Bu dünyanın en üst kesiminden insanlar, TANRILAR! Sıfır riskli bir görev, götümüzü yayıp yatacağız. East Blue'da hangi salakta tanrılara saldıracak kadar yürek var ki? Ayrıca yanımızda koskoca Koramiral var, ondan bir şeyler öğrenebilirim belki.
Kaptan'ın odasından çıkıp odama doğru yöneldiğimde Teğmen'in Zac'i kenara çektiğini gördüm. Umrumda değildi o yüzden yoluma devam ettim. Odamın kapısını açtığımda oldukça sade bir odayla karşılaştım. Benim gibi bir insana hiç yakışmayan bir oda. Bir masa, iki sandalye, bir tane de kitaplık nedir lan? O kadar Uzman Başçavuş olmuşuz gördüğümüz değere bak. Koy iki tane ucuzundan tablo, ölür müsün? Neyse, yapacak bir şey yok. Burayı güzelleştirecek kişi benim. Görevimiz bittikten sonra odaya güzel bir çeki-düzen veririm.
Odamdaki masanın üstünde bir not vardı. Orospu çocuğu Kaptan bir de utanmadan 'Hediyelerini beğenmeni umarım' yazmış nota. Hani nerede hediye? Kitaplık mı hediye? Masa mı hediye? Yoksa sandalyeler mi? Kodumun çocuğu aklınca dalga geçiyor benimle. Adını unutmayacağım Kaptan Fumador, hak ettiğim rütbeye geldiğimde seni idam ettireceğim. Sikerim seni de hediyeni de orospu çocuğu! Sen kim oluyo'n da benimle dalga geçiyorsun!
Büyük bir öfkeyle ALTIN sopamı havaya kaldırdım. Tam duvardaki kitaplığa vuracakken, kitaplıkta bir kitap durduğunu gördüm. Sopamı usulca yere indirdim. Elimi kitaplığa uzattım ve kitabı kavradım. Kitabın kapağına bakınca adının 'Tanrılara Hakaret' olduğunu gördüm. İstemsizce suratımda bir sırıtma oluştu. Hızlıca masamın arkasındaki sandalyeye oturdum. Ayaklarımı masaya uzattıktan, sopamı masaya bıraktıktan sonra kitabın kapağını araladım ve okumaya başladım. Hem zaman geçirecek bir şey buldum, hem de beni sakinleştirebilecek bir şey.
Misafir- Misafir
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
- Tanrılara Hakaret:
- Önsöz
Tanrılar, bu Dünya’nın kurucuları ve torunları. Hepimizin efendileri. Bizim için zamanın şeytanlarıyla savaşıp, Dünya’ya huzuru getiren asil kan. Bundan 800 yıl önce yapılan bir savaşta, şeytanları yok eden 20 ülkenin kralları bir hükümet kurup Dünya’ya barışı getirdiler. 800 yıldır süregelen hükümet buyruğu altına 170 ülke toplayıp bu denizlerde gezen korsanlarla savaşan Denizcileri yöneterek huzurun hakim olmasını sağladırlar. Lanetli korsan Gol D. Roger’ın korsanlar çağını başlatmasından beri geçen 50 senede, Dünya Hükümeti denizleri korumayı hiç bırakmadı. 30 yıl önce korsanların Grand Line’ı neredeyse ele geçirdiği zamanda bile durmadan savaşan asil denizciler ve Tanrılar Grand Line’nın kontrolünü almayı başardılar.
Buna eş zamanda denizcilerin yaralarını fırsat bilen pis tapınakçılar, Denizcilere ve Tanrı’lara saldırıp, Hükümeti devralmak için girişimde bulundular. Kahraman denizcilerimiz tüm zorluklara rağmen bu saldırıları def edip, Denizlerde ki huzuru korudular. Şimdi her denizde huzur büyük ölçekte hakim. Lanet korsanlar ve tapınakçılar hala ortada olsa da, en büyük tehdit onlar değil. Doğrudan Tanrılara savaş açan ve Hükümeti devirip, Dünya’ya kaos bahşetmek isteyen oluşum Devrimciler, Tanrı’lara savaş açıyor.
Devrimciler
İki adamın bir araya gelerek uydurduğu bir oluşum. Biri kendi ırkından insanlara sırt dönen bir hain, diğeri ise canavar ırktan biri. Bu iki hainin bir araya gelmesi büyük bir sorun değilmiş gibi, bu ikisine inanan insanlar, yalanlar eşliğinde Tanrı’larla savaşmak için toplandılar. Sayıları yüzbinleri geçen bu ordu, Denizcilerle savaşmak yerine, korkakça ülkeleri hedef alıp, masum insanları savaşa sürüklüyor. Devrimciler kendi ideolojilerinde, kendilerini haklı görüyorlar.
“Tüm insanlar eşittir.”
Kesinlikle tüm insanlar eşittir. Buna karşı çıkacak tek bir kişi yoktur. Ama Tanrı’larımızın insan seviyesine inmesini beklemek Tanrı’lara Hakarettir.
Eşitlik benzer ırklar üzerinden işlenir. Bir Tanrı’nın insanla eşit olması beklenemez. Tanrılar’ımız bize bü dünyayı vermek karşılığında özel muamele görüyorlar. Özel muamele bile değil, sadece hak ettikleri şeyi alıyorlar. Bunda nasıl bir yanlış olabilir?
Ama bu iki savaş aşığı, Tanrı’ların insan seviyesine inmesini bekliyor.
Bunları biraz tanıtalım;
Kasei
Canavar ırktan biri. Son hayatta kalanı olduğu tahmin ediliyor. Nasıl gözden kaçırılmış? Nerede saklanmış? Bunlar cevabını bilmediğimiz sorular. Bu canavar şeytanın vücut bulmuş hali. “Ülkeleri özgürleştirmek” için, Krallarla görüşür, istediği cevabı almadığında ise onları katleder. Yerine gelen kralla anlaşır böylece. Dünya’daki herkesin ölmesinin iyi olacağını düşünür. İdeolojisinin Dünya’yı baştan yaratmak olduğu bilinir.
“Bana 7 erkek ve 27 kadın verin ve mükemmel dünyayı oluşturayım. Bu Dünya asillerinizin pis kanında yoğrulduğu için kirli. Adalet ve Huzurun hakim olması için Dünya’yı baştan oluşturmam lazım.”
Şu sözde ki bencilliğe bakıldığında, bu şeytanın asıl amacı anlaşılmaktadır. Tamamen bencilce bir amaç doğrultusunda, adalet ve huzur gibi kutsal kavramları kullanarak, kendi oturabileceği bir taht inşa etmekten başka bir amacı yoktur. Yeri geldiğinde bir adadaki tüm çocukları öldüren bu adamın, huzur ve adaletten bahsetmesi ne kadar mümkündür? Bir adadaki masum kadınları yakarak öldüren bu adamın masumluğundan nasıl bahsedilebilir. Kendi ideolojisinde bu eylemlerini bile adalet ve huzura bağlayan bu adam şeytandan da beter bir şeydir.
Heiwa-Tai
Hain! Kendi kanını satan hain, kendi ırkının haklarının olmadığını savunur ve şeytanın ortağıdır. Onun kadar canavar değildir belki, ama doğrudan ülkeleri ele geçirerek Dünya Hükümetini ortadan kaldırmayı hedefler. Tüm varlıklar eşittir ideolojisinde, Tanrıları insanlarla değil, hayvanlarla bile bir tutar. İdeolojisi ne kadar masum görünse de, bu şeytanın ortağı olduğu için onun kadar şeytan olması beklenmez mi? Neden kendi kanına ihanet ettiği bilinmese de, annesinin ölümünden sonra kafayı yediği söylenir. Psikolojik olarak travma geçirmiş bir insanın mantıklı düşünmesi beklenebilir mi? Tabi ki beklenemez.
Futatsu no Kingu.
Bu iki canavar takipçileri tarafından böyle çağırılıyorlar. Hepsi bundan 20 sene önce Nisen Okami adasında başladı. Shinn Okami krallığı düşmeden önce.
Huzurlu bir krallık olan Shinn Okami, Kral Eden Nosono ve Kraliçe Tengo Kunoki ve Prenses Rakuenn Oizumi adaletli bir şekilde krallığı yönetirken, Hain krallığa geldi. Nazik kral mükemmel şekilde ağırladı haini. Bir hain olduğunu biliyordu, buna rağmen saygı duydu nazik kral. Hain planlarını anlattı. Krallığın kendilerine katılmasını istemişti. Akşam yemekleri yendi, partiler yapıldı. Haftalar geçti ama Kral Hain'in teklifini kabul etmedi. Heiwa-Tai hemen şeytana haber verdi. Şimdi sırada 2. plan vardı.
Şeytan ordusunu hazırladı. Planlar yapıldı. Krallığın yedek kralıyla anlaşmalar yapıldı. Yedek kral Jigokun Oasobiba ve karısı Jigokun Otsuri, oğulları Jigokun Ofunsui'yi kral yapmak için şeytanla anlaştılar. Şeytan ordusu ile gece krallığa girip Prenses hariç tüm kraliyet ailesini ve saraydaki herkesi öldürdü. Prenses ile Ofunsui evlendirilip, Ofunsui yeni kral yapıldı ve krallık devrimcilerin eline geçti.
Her zaman aynı planı uygulayan bu iki şeytan seve seve olmazsa savaşla krallıkları kendilerine bağlıyorlar....
İşinizi bitirip limana geldiğinizde, Kutsal ejder'e eskortluk edecek geminizi görüyorsunuz. Brig tarzı olan görece büyük geminin tepesinde dalgalanan marine bayrağı ile görkemli duruyor. Yaklaşık bir düzine yelkeni olan gemini kıç kısmında arka rüzgarı yakalayıp savaş manevraları yapmak için Orsasına yelken kullanılmış.
Gemide 18 tane top, 2 adette uzun mesafe top bulunmakta. Gemiye çıktıklarında tüm askerlerin koşuşturduğunu göreceksiniz. Özel yataklar Kaptan'ın odasına taşınırken, Logue Town'un tamamına 1 hafta yetecek kadar yiyecek taşınıyor. Güvenlik önlemleri alınıyordu. Hepsinin ortasında bir masada 3 kişiyle konuşan bir kadın haritalara eğdiği kafasını size bakmak için kaldırıyor.
Meirin'i görünce selam durup "Teğmenim, izniniz olursa çıkardığım güvenli rotayı sizinle paylaşacağım. Sizde uygun görürseniz bu rotadan gitmemizi öneriyorum, gelirken ise Koramiral Dios'un uygun gördüğü şekilde gelmemiz gerektiğini düşünüyorum." diyor selam pozisyonunu bozmadan.
Karar alındıktan, tüm yolcular gemiye bindikten sonra gemi yola çıkıyor. Yarım gün sürecek yolculuk başlıyor ve dolunay gökyüzünde görünmeye başlıyor. Tüm gece sorunsuz geçen yolculuktan sonra sabah'ın ilk ışıkları ile birlikte adaya varan gemi bir ormanın yanında bekleyen devasa gemiyi görüyor. Gemi'nin direklerinde Dünya Hükümet'inin bayrağı dalgalanırken, Tepede ki gözetleme kulesinin korkuluklarına oturan bir adam dikkatinizi çekiyor.
Kırmızı gözleri ve delici bakışları ile adeta bir şeytanı andırıyor. Mürettebatın korkusu gözle görülüyor. Geminiz nihayet limana vardığında yoktan ortaya çıkan bir çift siyah kanatla süzülüyor geminize kırmızı gözlü adam.
"Hoşgeldiniz. Ben Koramiral Dios. Yetkili kişi kim?" diye soruyor. Cevabını aldıktan sonra muhattap aldığı Meirin'e doğru konuşmaya başlıyor.
"Sizin geminiz önden gidecek. Güvenli rotayı belirledim ben dün gece." deyip bir harita uzatıyor Meirin'e.
"Bu rotadan ilerleyeceğiz. Siz kendi geminizde seyahat ederken, ben ve Kutsal Ejderler kendi gemimizde seyehat edeceğiz. Şimdi malikaneye gidip saygılarınızı sunun, kahvaltıları bittikten sonra yola çıkarız, akşama doğru adaya varmış oluruz." diye bitiriyor konuşmasını. Adeta bir melek yumuşaklığında konuşuyor ve sonrasında gemiden kıyıya atlayıp yolu gösteriyor.
Yüzlerce ağaçlık ormanın içinden geçerken sessizliği bozmuyor Koramiral, 121 çiçek tepesini geçerken de. Çiçek tepelerinden sonra köy görünüyor. Tamamını sarmaşık bitkilerin kapladığı eski evlerin ilerisinde bir tepede devasa bir malikane dikkat çekiyor önce. Sonra malikanenin iki yanında duran 2 tane devasa masallardan çıkmış yaratık. Öylece duruyorlar. Nefes aldıklarında burunlarından çıkan beyaz ve mor ateşle oldukça korkutucu görünüyorlardı. Akademide size anlatılan Grand Line'nın 9 koruyucusunun taşıtları olduğunu tahmin ediyorsunuz. Çıktığınız ormanın sol yanında devasa ağaca yapılmış bir ağaç ev dikkatinizi çekiyor sonra..
Malikanenin kapısına geldiğinizde içerinin mükemmel derecede temiz olduğunu fark ediyorsunuz. Yaşamın bittiği bu yerde ki bir malikanin bu kadar temiz olmasının tek anlamı ejderler için temizlenmiş olabileceğidir. Dios kesin adımlarla salona doğru gidip, orada beklemeniz gerektiğini söylüyor...
- Rotacı Ruta:
- Koramiral Dios:
- Malikanenin solunda duran Ejderha:
- Malikanenin sağında duran Ejderha:
- Gemi:
East Blue Anlatıcı- Mesaj Sayısı : 299
Kayıt tarihi : 17/01/16
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Kitapta önsöz ile konuya hızlı bir giriş yapılıyordu. Önsözde dünya hükümetinin kuruluşundan bahsediliyordu. 20 ülkenin kralının birleşip şeytanları yenmesi… Peki kimdi bu şeytanlar? Neden şeytan adını almışlardı? Ya da günümüzde tanrı adı ile anılan kutsal ejderler o zaman da tanrı mıydı? Yoksa bahsedilen savaşı kazandıkları için mi kendilerini tanrı ilan etmişlerdi? Eğer öyleyse şeytan adını alanlar savaşı kaybettikleri için mi şeytan olmuştu? Kafasındaki soruların cevabını bulmak için kitaba devam etti Meirin. Kitabın devamında ise devrimciler konusu işleniyordu. Kitap devrimcilerin liderlerinden ‘’Kendi ırkından insanlara sırt dönen bir hain’’ ve ‘’Canavar ırktan biri. Son hayatta kalanı.’’ şeklinde bahsediyordu. Bu iki kişinin çok büyük bir kitleyi kendi peşlerinden sürüklediklerini ve tanrılara meydan okuduklarını anlatıyordu.
Kitabın devamında ise Kutsal ejderlerin insanlar ile eşit tutulmaması gerektiğini , insanlara hayatın onların verdiğini anlatılıyordu. Meirin bu kısıma geldiğinde bir süreliğine okumayı bıraktı. Yazarın ne kadar da yanlı bir anlatım tarzı vardı böyle. Elindeki kitap propaganda aracından başka bir şey değildi. Ne demek insanlara hayatı kutsal ejderler veriyordu? Ne demek sadece hak ettikleri şeyi alıyorlardı? Meirin bunlara inanmıyordu. Yaşadığı berbat yıllardan dolayı ‘sözde’ Tanrılara teşekkür edecek değildi. Böyle düşünmesine rağmen dayanamayıp kitabı okumaya devam etti Meirin.
Kitabın son kısmında 2 liderin ideolojisinden ve Shinn Okami krallığının düşüşünden bahsediliyordu. Meirin bu kısımları da okuduktan sonra derin düşüncelere daldı. Devrimcilerin yaptığını da yanlış bulmuştu. Niye krallıkları zorla alıyorlardı ki? Gerçi dünya hiçbir zaman kendisinin düşündüğü kadar tozpembe olmamıştı. Tanrılara karşı nazikçe savaşamazlardı ya. ‘’Her şekilde olan masumlara oluyor’’ dedi kafasını kitaptan kaldırırken.
Pencereden baktığında havanın karardığını fark etti. Gitme vakti gelmişti. Hemen hazırlandı ve Limana doğru gitti. Limana vardığında şaşkınlıkla yolculuk edecekleri gemiye baktı. Ne kadar da çok yelkeni vardı bu geminin böyle. Beyaz renkli kocaman yelkenler… Geminin tepesinde dalgalanan büyük denizci bayrağı… ‘’Muhteşem!’’ dedi sesli bir şekilde. Gemiyi gerçekten beğenmişti Meirin.
Gemiye çıktığında tüm askerlerin koşuşturduğunu gördü. Bu kadar askerin neden güvertede olduğuna anlam veremedi ilk baştan. Sadece 4 kişi olmayacaklar mıydı? Sonradan kafasına dank etti. Mürettebatsız gemi olur muydu? Kendisi de az saf değildi. Düşüncelerin okunamıyor olmasının iyi bir şey olduğunu düşündü . Biri az önce düşündüklerini bilse rezil olurdu.
Güvertenin ortasına ilerlediğinde 3 kişi ile birlikte haritaların arasına gömülmüş bir kadın gördü. Uzun sarı saçlara ve mavi bir pelerine sahip kadın kendisini görünce ayağa kalkıp selam verdi. Meirin kadının mor tişörtünü ve ellerine geçirdiği uzun eldivenleri inceleyip kadının ne kadar da güzel olduğunu düşünürken kadın konuşmaya başladı.
Konuşan kişi rotacıları Ruta idi. Ruta hangi rotadan gitmeleri gerektiğini anlatıyordu. Meirin rotacılık işinden pek anlamasa da Ruta’yı düzgünce dinlemeye çalıştı. Ardından da Ruta’nın önerdiği güzergahı onayladı.
Bir süre sonra yolculukları başladı. Gündüzün mesaisi çoktan bitmiş ve gece vakti gelmişti. Gecenin huzur dolu sessizliğini seviyordu. Gökyüzünde dolunay vardı. Ayı izlerken insanoğlunun aslında ne kadar da önemsiz varlıklar olduğunu düşündü. Neden böyle düşündüğünden tam emin değildi. Yine de aşağıda uçsuz bucaksız uzanan mavi renkli bir deniz; yukarıda aynı sonsuzlukta uzanan bir gökyüzü ve gökyüzünün ortasında parıldayan kocaman bir ay varken kendini bu sonsuzluktaki minik bir nokta olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordu. Bu güzel manzarayı biraz daha izledikten sonra odasına geçip kestirmeye karar verdi. Yarının zorlu geçeceğini düşünüyordu.
Gecenin mesaisi bitmiş ve hava aydınlanmaya başlamıştı. Gemileri günün ilk ışıkları ile birlikte adaya vardı. Güverteye çıkan Meirin’in gördüğü ilk şey bir ormanın yanında bekleyen devasa bir gemi oldu. Kendi gemileri o geminin yanında küçük bir çocuk gibi kalıyordu. Kutsal ejderlerin bu gemide yolculuk ettiğini düşündü.
Geminin direklerindeki hükümet bayrağına bakarken gözü gözetleme kulesinin korkuluklarında oturan adama kaydı. Kırmızı gözleri olan adam kendilerine sert bir şekilde bakıyordu. Aralarında bayağı bir mesafe olmasına rağmen adamın yaydığı aura güvertelerinden bile hissediliyordu. Meirin adamın yetkili biri olduğunu düşündüğünden fazla korkmadı. Yine de mürettebat o kadar çok korkmuştu ki şu an geri dönme emri verse kimse itiraz etmeyi düşünmeden bu emri yerine getirebilirdi.
Gemileri limana vardığında kırmızı gözlü adamın bir anda siyah kanatları çıktı ve yanlarına doğru süzülerek geldi.
Güverteye inen kırmızı gözlü adam kendisinin Koramiral Dios olduğunu söyledi ve yetkili kişinin kim olduğunu sordu .Bu sorunun üzerine Meirin öne çıktı. Asker selamını verdi ve kendisini tanıttı. Ardından da hazır ol pozisyonunda beklemeye başladı. Beklerken de Koramirali incelemeyi ihmal etmedi. Uzun sayılabilecek siyah saçlar… Kusursuz bir yüz ve insanın içini ürperten kırmızı renkli gözler… Boynundaki kolye ve Uzun siyah bir pelerin… Dios her açıdan kusursuz ve ulaşılamaz geldi Meirin’e. Demek Koramiraller böyle oluyor diye düşündü içinden. Kendisinin gidecek daha çok yolu vardı.
Bunları düşündüğü sırada Koramiral kendisine bir harita uzattı ve konuşmaya başladı. Kendisinin gece güvenli rotayı belirlediğini ve Meirin’in bulunduğu geminin önden gideceğini söyledi Dios.
Şimdi ise Kutsal ejderlerin yanına gidip saygılarını sunmaları gerektiğini ve Ejderler kahvaltılarını yaptıktan sonra da yola çıkabileceklerini söyledi. Sesi çok yumuşaktı. Koramirali sadece sesine bakarak bir meleğe benzetebilirdi. Görüntüsü de bir meleğe benziyordu gerçi. Tek sorun görüntüsünün benzediği meleğin ölüm meleği olmasıydı.
Konuşması bittikten sonra yol göstermek amacıyla kıyıya atladı koramiral. Koramiral önde, Meirin ve grubu arkada olacak şekilde uzun bir ormanın içinden geçtiler. Ardından da çiçeklerle kaplı tepeleri aştılar. Tüm bu yürüyüş sonucunda küçük bir köye vardılar. Köydeki evlerin tamamını sarmaşıklar kaplamıştı. Sahi, kaptanları bu adada yaklaşık 20 yıldır yaşam olmadığını söylemişti. Acaba bu adaya ne olmuştu? Bunları düşündüğü sırada ilerideki devasa malikaneyi fark etti. Malikaneyi gördüğü gibi Kutsal ejderlerin burada konakladığını anladı. Seyahat ettiği gemileri nasıl devasa ise kaldıkları malikane de devasa olmalıydı sonuçta.
Malikanenin iki yanında ise kocaman yaratıklar vardı. Önce hayal gördüğünü sanıp gözlerini ovuşturdu Meirin; fakat onlar hala oradaydı. Grand Line’in dokuz koruyucusunun taşıtları olarak anılan Ejderhalar... Eğer önlerinde bir Koramiral olmasaydı 'Muhteşem' diye bağırabilirdi Meirin. Karşısında iki tane eşsiz varlık vardı. Onları nasıl tarif edeceğini bile bilmiyordu. Malikanenin solundaki Ejderha beyaz renkliydi. Malikanenin sağındaki ejderhanın rengi ise Mordu. Nefes verdiklerinde burunlarından çıkan ateş de kendileri hangi renkte ise o renkte çıkıyordu. Çok ürkütücü gözüküyorlardı. Yine de ürkütücü görünmeleri muhteşem oldukları gerçeğini değiştirmiyordu. Onlardan birinin üstüne binip uçmak isterdi. Belki kendisi koramiral olduğunda ona da bir tane ejderha verirlerdi. Gerçi ejderhası olsa bile onu nasıl uçuracaktı ki? Sonra bu saçma düşünceleri kafasından silip attı Meirin. Görevine odaklanmalıydı.Çoktan malikanenin önüne gelmişlerdi.
Malikanenin içerisi oldukça temiz gözüküyordu. Buranın ejderlerin konakladığı yer olduğu konusunda iyice emin oldu. Koramiral Dios, kesin adımlarla içeri doğru gidip orada beklemelerini söyledi. İşte başlıyordu. İçeri girecekler ve kutsal ejderlerin huzuruna çıkacaklardı. İçeri doğru adım atarken bundan sonra neler olacağını düşündü.Yol boyunca gözlerini doğal ortamdan ayırmadığından arkasına dönüp Zac’ ve Ayberk’e bakmamıştı hiç. Acaba şu an ruh halleri nasıldı? Eğer içlerinden tek bir kişi bile saygıda kusur ederse tüm mürettebat kurşundan geçirilebilirdi. Şu noktadan sonra her şeyin iyi gitmesini ummaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
Kitabın devamında ise Kutsal ejderlerin insanlar ile eşit tutulmaması gerektiğini , insanlara hayatın onların verdiğini anlatılıyordu. Meirin bu kısıma geldiğinde bir süreliğine okumayı bıraktı. Yazarın ne kadar da yanlı bir anlatım tarzı vardı böyle. Elindeki kitap propaganda aracından başka bir şey değildi. Ne demek insanlara hayatı kutsal ejderler veriyordu? Ne demek sadece hak ettikleri şeyi alıyorlardı? Meirin bunlara inanmıyordu. Yaşadığı berbat yıllardan dolayı ‘sözde’ Tanrılara teşekkür edecek değildi. Böyle düşünmesine rağmen dayanamayıp kitabı okumaya devam etti Meirin.
Kitabın son kısmında 2 liderin ideolojisinden ve Shinn Okami krallığının düşüşünden bahsediliyordu. Meirin bu kısımları da okuduktan sonra derin düşüncelere daldı. Devrimcilerin yaptığını da yanlış bulmuştu. Niye krallıkları zorla alıyorlardı ki? Gerçi dünya hiçbir zaman kendisinin düşündüğü kadar tozpembe olmamıştı. Tanrılara karşı nazikçe savaşamazlardı ya. ‘’Her şekilde olan masumlara oluyor’’ dedi kafasını kitaptan kaldırırken.
Pencereden baktığında havanın karardığını fark etti. Gitme vakti gelmişti. Hemen hazırlandı ve Limana doğru gitti. Limana vardığında şaşkınlıkla yolculuk edecekleri gemiye baktı. Ne kadar da çok yelkeni vardı bu geminin böyle. Beyaz renkli kocaman yelkenler… Geminin tepesinde dalgalanan büyük denizci bayrağı… ‘’Muhteşem!’’ dedi sesli bir şekilde. Gemiyi gerçekten beğenmişti Meirin.
Gemiye çıktığında tüm askerlerin koşuşturduğunu gördü. Bu kadar askerin neden güvertede olduğuna anlam veremedi ilk baştan. Sadece 4 kişi olmayacaklar mıydı? Sonradan kafasına dank etti. Mürettebatsız gemi olur muydu? Kendisi de az saf değildi. Düşüncelerin okunamıyor olmasının iyi bir şey olduğunu düşündü . Biri az önce düşündüklerini bilse rezil olurdu.
Güvertenin ortasına ilerlediğinde 3 kişi ile birlikte haritaların arasına gömülmüş bir kadın gördü. Uzun sarı saçlara ve mavi bir pelerine sahip kadın kendisini görünce ayağa kalkıp selam verdi. Meirin kadının mor tişörtünü ve ellerine geçirdiği uzun eldivenleri inceleyip kadının ne kadar da güzel olduğunu düşünürken kadın konuşmaya başladı.
Konuşan kişi rotacıları Ruta idi. Ruta hangi rotadan gitmeleri gerektiğini anlatıyordu. Meirin rotacılık işinden pek anlamasa da Ruta’yı düzgünce dinlemeye çalıştı. Ardından da Ruta’nın önerdiği güzergahı onayladı.
Bir süre sonra yolculukları başladı. Gündüzün mesaisi çoktan bitmiş ve gece vakti gelmişti. Gecenin huzur dolu sessizliğini seviyordu. Gökyüzünde dolunay vardı. Ayı izlerken insanoğlunun aslında ne kadar da önemsiz varlıklar olduğunu düşündü. Neden böyle düşündüğünden tam emin değildi. Yine de aşağıda uçsuz bucaksız uzanan mavi renkli bir deniz; yukarıda aynı sonsuzlukta uzanan bir gökyüzü ve gökyüzünün ortasında parıldayan kocaman bir ay varken kendini bu sonsuzluktaki minik bir nokta olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordu. Bu güzel manzarayı biraz daha izledikten sonra odasına geçip kestirmeye karar verdi. Yarının zorlu geçeceğini düşünüyordu.
Gecenin mesaisi bitmiş ve hava aydınlanmaya başlamıştı. Gemileri günün ilk ışıkları ile birlikte adaya vardı. Güverteye çıkan Meirin’in gördüğü ilk şey bir ormanın yanında bekleyen devasa bir gemi oldu. Kendi gemileri o geminin yanında küçük bir çocuk gibi kalıyordu. Kutsal ejderlerin bu gemide yolculuk ettiğini düşündü.
Geminin direklerindeki hükümet bayrağına bakarken gözü gözetleme kulesinin korkuluklarında oturan adama kaydı. Kırmızı gözleri olan adam kendilerine sert bir şekilde bakıyordu. Aralarında bayağı bir mesafe olmasına rağmen adamın yaydığı aura güvertelerinden bile hissediliyordu. Meirin adamın yetkili biri olduğunu düşündüğünden fazla korkmadı. Yine de mürettebat o kadar çok korkmuştu ki şu an geri dönme emri verse kimse itiraz etmeyi düşünmeden bu emri yerine getirebilirdi.
Gemileri limana vardığında kırmızı gözlü adamın bir anda siyah kanatları çıktı ve yanlarına doğru süzülerek geldi.
Güverteye inen kırmızı gözlü adam kendisinin Koramiral Dios olduğunu söyledi ve yetkili kişinin kim olduğunu sordu .Bu sorunun üzerine Meirin öne çıktı. Asker selamını verdi ve kendisini tanıttı. Ardından da hazır ol pozisyonunda beklemeye başladı. Beklerken de Koramirali incelemeyi ihmal etmedi. Uzun sayılabilecek siyah saçlar… Kusursuz bir yüz ve insanın içini ürperten kırmızı renkli gözler… Boynundaki kolye ve Uzun siyah bir pelerin… Dios her açıdan kusursuz ve ulaşılamaz geldi Meirin’e. Demek Koramiraller böyle oluyor diye düşündü içinden. Kendisinin gidecek daha çok yolu vardı.
Bunları düşündüğü sırada Koramiral kendisine bir harita uzattı ve konuşmaya başladı. Kendisinin gece güvenli rotayı belirlediğini ve Meirin’in bulunduğu geminin önden gideceğini söyledi Dios.
Şimdi ise Kutsal ejderlerin yanına gidip saygılarını sunmaları gerektiğini ve Ejderler kahvaltılarını yaptıktan sonra da yola çıkabileceklerini söyledi. Sesi çok yumuşaktı. Koramirali sadece sesine bakarak bir meleğe benzetebilirdi. Görüntüsü de bir meleğe benziyordu gerçi. Tek sorun görüntüsünün benzediği meleğin ölüm meleği olmasıydı.
Konuşması bittikten sonra yol göstermek amacıyla kıyıya atladı koramiral. Koramiral önde, Meirin ve grubu arkada olacak şekilde uzun bir ormanın içinden geçtiler. Ardından da çiçeklerle kaplı tepeleri aştılar. Tüm bu yürüyüş sonucunda küçük bir köye vardılar. Köydeki evlerin tamamını sarmaşıklar kaplamıştı. Sahi, kaptanları bu adada yaklaşık 20 yıldır yaşam olmadığını söylemişti. Acaba bu adaya ne olmuştu? Bunları düşündüğü sırada ilerideki devasa malikaneyi fark etti. Malikaneyi gördüğü gibi Kutsal ejderlerin burada konakladığını anladı. Seyahat ettiği gemileri nasıl devasa ise kaldıkları malikane de devasa olmalıydı sonuçta.
Malikanenin iki yanında ise kocaman yaratıklar vardı. Önce hayal gördüğünü sanıp gözlerini ovuşturdu Meirin; fakat onlar hala oradaydı. Grand Line’in dokuz koruyucusunun taşıtları olarak anılan Ejderhalar... Eğer önlerinde bir Koramiral olmasaydı 'Muhteşem' diye bağırabilirdi Meirin. Karşısında iki tane eşsiz varlık vardı. Onları nasıl tarif edeceğini bile bilmiyordu. Malikanenin solundaki Ejderha beyaz renkliydi. Malikanenin sağındaki ejderhanın rengi ise Mordu. Nefes verdiklerinde burunlarından çıkan ateş de kendileri hangi renkte ise o renkte çıkıyordu. Çok ürkütücü gözüküyorlardı. Yine de ürkütücü görünmeleri muhteşem oldukları gerçeğini değiştirmiyordu. Onlardan birinin üstüne binip uçmak isterdi. Belki kendisi koramiral olduğunda ona da bir tane ejderha verirlerdi. Gerçi ejderhası olsa bile onu nasıl uçuracaktı ki? Sonra bu saçma düşünceleri kafasından silip attı Meirin. Görevine odaklanmalıydı.Çoktan malikanenin önüne gelmişlerdi.
Malikanenin içerisi oldukça temiz gözüküyordu. Buranın ejderlerin konakladığı yer olduğu konusunda iyice emin oldu. Koramiral Dios, kesin adımlarla içeri doğru gidip orada beklemelerini söyledi. İşte başlıyordu. İçeri girecekler ve kutsal ejderlerin huzuruna çıkacaklardı. İçeri doğru adım atarken bundan sonra neler olacağını düşündü.Yol boyunca gözlerini doğal ortamdan ayırmadığından arkasına dönüp Zac’ ve Ayberk’e bakmamıştı hiç. Acaba şu an ruh halleri nasıldı? Eğer içlerinden tek bir kişi bile saygıda kusur ederse tüm mürettebat kurşundan geçirilebilirdi. Şu noktadan sonra her şeyin iyi gitmesini ummaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
Misafir- Misafir
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Batmak üzere olan güneşi karşıma doğru almış, kıç üstü yere oturup sol dizimi üzerime doğru çekip, kafasını sağ bacağıma dayayan Carry'nin kafasını dalgın dalgın okşuyordum. Gözlerim batmak olan güneşin ufkuna doğru kayarken, kendimi aslında hiç tanımadığımı hissediyordum. Bir denizciydim; ama kutsal ejderleri kabul etmiyordum. Bir denizciydim ama korsanları iyi ve kötü diye ayırt ediyordum. Kafamdaki düşünceler sıradan bir denizci ile o kadar zıttı ki, bir denizci olabilmek için çoğu şeye aslında hiç sahip değildim. Gerçi bana göre çoğu denizci böyle olmalıydı ve en kısa sürede denizcilerin kast sisteminden kutsal ejderler def edilmeliydi; lâkin yakın gelecekte pek böyle bir şey mümkün değil gibi gözüküyordu. İçli bir şekilde derin nefes alıp, Carry'e doğru döndüğümde: "Carry, tek mubah dostum... Sen bana denizciliğin verdiği en büyük getirisin." dedim. Kafasını doğrultup gözlerini gözüme diken Carry'i bir süre öylece izledim. Sanki söylediklerimi anlamıştı; zira bakışlarından bana yansıtmak istediği şey bu gibiydi. Kafasını okşayıp, tüm bu olumsuzlukları unuttuğum o bir kaç saniyede yüzümde beliren tebessümü korumaya çalışırken, kalbimde bir his vardı. Bu his kesinlikle kötü bir histi, sanki bir şeyler olacaktı...
Carry'nin gitmeden önce karnını son kez doyurduktan ve denk geldiğim denizci erlerinden bir tanesini benim yokluğumda Carry'nin bakımı ile görevlendirdikten sonra limana doğru hareket edecek - bana göre düzensiz bir güruh olan bu ekiple ilerlemeye başladık. Limana geldiğimizde kendi klasmanında büyük sayılacak bir Bird gemisi bizi karşıladı. Çok fazla sayıda olan yelkeni ani bir saldırıda çabucak tepki vermek için ideal gibi görünüyordu. Tüm bu ıvır zıvırlardan sonra dikkatimi esen meltem ile uçuşan, akşama beyazlık katan denizci bayrağına kaydı. Bir geminin üzerinde görmeyeli o kadar uzun olmuştu ki bir an gülümsemem refleks olarak olmuştu. Derince aldığım bir nefesin eşliğinde gemiye tırmandığımda ise uzun zamandır görmediğim o koşuşturmayı bir süre izlemiştim öylece. Onlarca denizci eri bir oraya bir buraya kalkış telaşı ile koşuşturuyordu. Tekrardan gülümsedikten sonra, gözümü gemideki oldukça fazla olan toplara kaymıştı. İki tane uzun mesafeli topuda sayacak olursak toplamda yirmi tane top vardı. Neredeyse tek başına onlarca gemiyi batıracak bir güç gözlerimin önündeydi. Yavaşça gözlerimi gemideki insan sayısına oranla gemiye orantısız bir şekilde taşınan yiyeceklere çevirdim. Neredeyse bir orduyu doyuracak bu yiyecek miktarını görünce, hafiften kaşlarımı büzdüm. Kesinlikle bu kadar çok fazla abartının sebebi, sözde tanrılar olmalıydı. Yoksa normalde tövbe bu kadar şey bir gemiye verilmezdi. Yani böyle bir şeyi bir denizci devriye gemisine atandığınızda görmeniz pekte mümkün değildi. Eğer başlarındaki ödül elli milyon sınırı aşan yüzlerce korsanın olduğu bir koordinatta değilse geminiz.
Tüm bu saçmalıkların ardından gözlerim bize eşlik edecek rotacıyı aramak için fır dönmeye başladığında bir masanın etrafında toplanmış üç kişi ile konuşan bir kadın dikkatimi çekti. O sırada tek bir şeylerin dikkatini çeken ben olmamış olsam gerek oda bize taraf başını kaldırdı ve bir süre bizi süzdü. Uzman Başçavuş ve beni es geçip, aramızdaki en yetkili kişi olan Teğmen Meirin'i fark edince yanımıza geldi, hazır ola girdi ve Teğmen Meirin ile konuşmaya başladı. Konuşmanın yarısında daha fazla dayanamayıp geminin korkuluklarına taraf gidip, sırtımı korkuluklara dayamış bir vaziyette denizi izlemeye koyulduğumdan konuşmanın yarısını neyle ilgili olduğunundan bihaberdim ama Rotacı Ruta en son duyduğum kısma kadar güvenli bir rotadan bahsediyordu. Güvenli veya güvensiz olması pekte umurumda değildi, aslında bu yolculukla ilgili hiç bir şey şuan umurumda değildi. Şuan ki ruh halimin getirisi buydu herhalde. İçimdeki heyecan yavaş yavaş kaybolurken, gözüm ay ışıklarının denizde bıraktığı yansımada idi.
Ben dalıp giderken ufka doğru çoktan hazırlıklar bitmiş ve gemi limanı ağır ağır terk etmeye başlamıştı. Daha sonra gemi yelkenlerin çokluğuna yaraşır bir şekilde hız alıp yol boyunca bu hız ortalamalarında gökte beliren dolunayın eşliğinde ilerlemeye başlamıştı.
Kazasız belasız geçen bir gecenin ardından sabahın en erken ışıkları eşliğinde kocaman, üzerinde Dünya Hükümet'inin bayrağı sallanan bir gemi bizi karşılamıştı. Çok değil, bir kaç saniye kadar sonra yeni doğan güneşten ve bu kocaman gemiden daha çok dikkatimi çeken o şeye odaklamıştım bakışlarımı. Tüm mürettabatın korkuya kapılmasına sebep olan o adam, Kırmızı gözlü şeytan karga... Gerçek adıyla Koramiral Dios. Kırmızı gözlerinin ardında yatan hissizliği sırtımı dayadığım bu korkuluktan görebiliyordum. Kaşlarımı çatıp, kollarımı göğüs hizasında birleştirmiş bir şekilde diğer erlere nazaran bu canavarın bende bıraktığı etkiyi içimde tutuyordum. Korkmak yerine, East Blue'dan çıkma bu canavarı bu kadar yakından görmenin heyecanı vardı üzerimde. Bir denizci olarak ömrü hayatım boyunca başka bir denizciden korkmamıştım. Gerçi genel olarak 'insan' kalıbındaki herhangi bir varlık beni korkutmuyordu. Onların bana vereceği en büyük zarar ölümdü. Ailem dışında... aileme bulaşmaları beni korkuturdu elbette. Gözetleme kulesinin korkuluklarında otururken bir anda sırtında beliren siyah kanatları eşliğinde bizim gemimizin güvertesine doğru süzüldü ve güvertenin tam ortasındaki o boşluğa konduğunda ortamdaki kasvet, korku bir tık daha arttı. İner inmez gemideki en yetkili kişiyi sorduğundan istifimi bozmadan, onlarca denizci erinin arkasında olayları gözlemledim. Dürüst olmak gerekirse adamım Koramiral Dios saygı duyulması gereken bir denizciydi; ama bu gemide bulunan denizci erlerinin bu adamdan korkmasını pek haz edemiyordum. Bir denizci eri bu kadar güçlü bir kişi gemisine geldiğinde korkmak yerine güveni artmalıydı. Demek ki Dios denizciler arasında korkulan bir rütbeliydi ve korkuyla askerlerini yöneten her denizcinin bir değeri yoktu benim gözümde. Derince aldığım nefesi geri bırakırken Koramiral Dios çoktan hazırladığı planı ve yolculuğun işleyişini anlattı. Ardından rütbelilerin gidip saygılarını kutsal ejderle sunmasını istedi. Siktiğimin adamı o kadar güzel konuşurken, tüm bir konuşmayı en azından benim gözümde bok etti.
İstemsizce kalabalık denizci erinin arasından sıyrılıp Uzman Başçavuş Ayberk ve Meirin'in yanına sızdım ve en arkada olacak şekilde yürümeye başladım. Önceden kumsala inen Koramiral Dios bize yolu gösteriyordu. Hemen arkasında Teğmen Meirin, onun bir arkasında Uzman Başçavuş Ayberk ve en sonda ben vardım. Ne yüzlerce ağacın peşi peşine dizildiği ormanı geçerken nede yüz yirmi bir çiçek tepesini geçerken çıt çıktı. Herkes suskunluğa gömülmüş bir şekilde ilerliyordu adamım, hele ben... Ses çıkartmayı bırak düşünmüyordum bile. Köye vardığımızda ilk dikkatimi çeken adanın ismine yakışan bir şekilde adadaki insanlıktan uzak yapılardı. Uzun zamandır insan eli değmeyen evler eskimiş ve sarmaşıklarla kaplanmışlardı. Tüm bu evlerin ötesinde ise büyükçe bir malikane vardı. Bu malikanede diğerlerinden farksız bir şekilde sarmaşıklarla kaplıydı ve muhtemelen sözde tanrılarımız oradaydı. Malikanenin dibine geldiğimde bir an yutkundum. Bakışlarım büyüdü, kalbim hayatında hiç atmadığı kadar hızlı atmaya başladı. Malikanenin sağ ve sol tarafında duran, devasa Ejderhalar... Ne Koramiral Dios, nede içerideki sözde tanrılar... Karşımda hayatımın anlamını taşıyan iki tane ejderha duruyordu. Biri beyazdı ve ağzından beyaz bir ateş soluyordu. Diğeri ise mordu. Ağzından rengi gibi mor alev soluyordu. Çok fazla korkutucu ve mistik görünmelerine rağmen heyecandan kıpır kıpır olmuştum yine. Tüm o kasvetim dağılmış ve yüzümü şaşkınlık ile gülümseme arası tuhaf bir ifade kaplamıştı.
Herkes içeriye doğru usulca ejderhaların arasında geçip giderken ben durdum. Olduğum yerde hayatımın amacını süsleyen bu iki mistik yarattığı süzdüm. Usulca ejderhalardan beyaz olanına yaklaştım ve çekinerek pullarına dokunmak için yavaş yavaş elimi uzattım. Eğer kafama ateş üflemek ya da kafamı kopartmak gibi bir harekette bulunmazsa: "Siz gerçekten Ejderha mısınız?" diye soracaktım çocukçu bir heyecanla. İçerideki kutsal ejderler gram sikimde değildi şu saatten sonra, önce bu müthiş yaratıklarla sohbet edecektim. En azından çalışacaktım, nokta! Bu arada bu ejderlerden niye daha önce kimse bahsetmedi?
Carry'nin gitmeden önce karnını son kez doyurduktan ve denk geldiğim denizci erlerinden bir tanesini benim yokluğumda Carry'nin bakımı ile görevlendirdikten sonra limana doğru hareket edecek - bana göre düzensiz bir güruh olan bu ekiple ilerlemeye başladık. Limana geldiğimizde kendi klasmanında büyük sayılacak bir Bird gemisi bizi karşıladı. Çok fazla sayıda olan yelkeni ani bir saldırıda çabucak tepki vermek için ideal gibi görünüyordu. Tüm bu ıvır zıvırlardan sonra dikkatimi esen meltem ile uçuşan, akşama beyazlık katan denizci bayrağına kaydı. Bir geminin üzerinde görmeyeli o kadar uzun olmuştu ki bir an gülümsemem refleks olarak olmuştu. Derince aldığım bir nefesin eşliğinde gemiye tırmandığımda ise uzun zamandır görmediğim o koşuşturmayı bir süre izlemiştim öylece. Onlarca denizci eri bir oraya bir buraya kalkış telaşı ile koşuşturuyordu. Tekrardan gülümsedikten sonra, gözümü gemideki oldukça fazla olan toplara kaymıştı. İki tane uzun mesafeli topuda sayacak olursak toplamda yirmi tane top vardı. Neredeyse tek başına onlarca gemiyi batıracak bir güç gözlerimin önündeydi. Yavaşça gözlerimi gemideki insan sayısına oranla gemiye orantısız bir şekilde taşınan yiyeceklere çevirdim. Neredeyse bir orduyu doyuracak bu yiyecek miktarını görünce, hafiften kaşlarımı büzdüm. Kesinlikle bu kadar çok fazla abartının sebebi, sözde tanrılar olmalıydı. Yoksa normalde tövbe bu kadar şey bir gemiye verilmezdi. Yani böyle bir şeyi bir denizci devriye gemisine atandığınızda görmeniz pekte mümkün değildi. Eğer başlarındaki ödül elli milyon sınırı aşan yüzlerce korsanın olduğu bir koordinatta değilse geminiz.
Tüm bu saçmalıkların ardından gözlerim bize eşlik edecek rotacıyı aramak için fır dönmeye başladığında bir masanın etrafında toplanmış üç kişi ile konuşan bir kadın dikkatimi çekti. O sırada tek bir şeylerin dikkatini çeken ben olmamış olsam gerek oda bize taraf başını kaldırdı ve bir süre bizi süzdü. Uzman Başçavuş ve beni es geçip, aramızdaki en yetkili kişi olan Teğmen Meirin'i fark edince yanımıza geldi, hazır ola girdi ve Teğmen Meirin ile konuşmaya başladı. Konuşmanın yarısında daha fazla dayanamayıp geminin korkuluklarına taraf gidip, sırtımı korkuluklara dayamış bir vaziyette denizi izlemeye koyulduğumdan konuşmanın yarısını neyle ilgili olduğunundan bihaberdim ama Rotacı Ruta en son duyduğum kısma kadar güvenli bir rotadan bahsediyordu. Güvenli veya güvensiz olması pekte umurumda değildi, aslında bu yolculukla ilgili hiç bir şey şuan umurumda değildi. Şuan ki ruh halimin getirisi buydu herhalde. İçimdeki heyecan yavaş yavaş kaybolurken, gözüm ay ışıklarının denizde bıraktığı yansımada idi.
Ben dalıp giderken ufka doğru çoktan hazırlıklar bitmiş ve gemi limanı ağır ağır terk etmeye başlamıştı. Daha sonra gemi yelkenlerin çokluğuna yaraşır bir şekilde hız alıp yol boyunca bu hız ortalamalarında gökte beliren dolunayın eşliğinde ilerlemeye başlamıştı.
Kazasız belasız geçen bir gecenin ardından sabahın en erken ışıkları eşliğinde kocaman, üzerinde Dünya Hükümet'inin bayrağı sallanan bir gemi bizi karşılamıştı. Çok değil, bir kaç saniye kadar sonra yeni doğan güneşten ve bu kocaman gemiden daha çok dikkatimi çeken o şeye odaklamıştım bakışlarımı. Tüm mürettabatın korkuya kapılmasına sebep olan o adam, Kırmızı gözlü şeytan karga... Gerçek adıyla Koramiral Dios. Kırmızı gözlerinin ardında yatan hissizliği sırtımı dayadığım bu korkuluktan görebiliyordum. Kaşlarımı çatıp, kollarımı göğüs hizasında birleştirmiş bir şekilde diğer erlere nazaran bu canavarın bende bıraktığı etkiyi içimde tutuyordum. Korkmak yerine, East Blue'dan çıkma bu canavarı bu kadar yakından görmenin heyecanı vardı üzerimde. Bir denizci olarak ömrü hayatım boyunca başka bir denizciden korkmamıştım. Gerçi genel olarak 'insan' kalıbındaki herhangi bir varlık beni korkutmuyordu. Onların bana vereceği en büyük zarar ölümdü. Ailem dışında... aileme bulaşmaları beni korkuturdu elbette. Gözetleme kulesinin korkuluklarında otururken bir anda sırtında beliren siyah kanatları eşliğinde bizim gemimizin güvertesine doğru süzüldü ve güvertenin tam ortasındaki o boşluğa konduğunda ortamdaki kasvet, korku bir tık daha arttı. İner inmez gemideki en yetkili kişiyi sorduğundan istifimi bozmadan, onlarca denizci erinin arkasında olayları gözlemledim. Dürüst olmak gerekirse adamım Koramiral Dios saygı duyulması gereken bir denizciydi; ama bu gemide bulunan denizci erlerinin bu adamdan korkmasını pek haz edemiyordum. Bir denizci eri bu kadar güçlü bir kişi gemisine geldiğinde korkmak yerine güveni artmalıydı. Demek ki Dios denizciler arasında korkulan bir rütbeliydi ve korkuyla askerlerini yöneten her denizcinin bir değeri yoktu benim gözümde. Derince aldığım nefesi geri bırakırken Koramiral Dios çoktan hazırladığı planı ve yolculuğun işleyişini anlattı. Ardından rütbelilerin gidip saygılarını kutsal ejderle sunmasını istedi. Siktiğimin adamı o kadar güzel konuşurken, tüm bir konuşmayı en azından benim gözümde bok etti.
İstemsizce kalabalık denizci erinin arasından sıyrılıp Uzman Başçavuş Ayberk ve Meirin'in yanına sızdım ve en arkada olacak şekilde yürümeye başladım. Önceden kumsala inen Koramiral Dios bize yolu gösteriyordu. Hemen arkasında Teğmen Meirin, onun bir arkasında Uzman Başçavuş Ayberk ve en sonda ben vardım. Ne yüzlerce ağacın peşi peşine dizildiği ormanı geçerken nede yüz yirmi bir çiçek tepesini geçerken çıt çıktı. Herkes suskunluğa gömülmüş bir şekilde ilerliyordu adamım, hele ben... Ses çıkartmayı bırak düşünmüyordum bile. Köye vardığımızda ilk dikkatimi çeken adanın ismine yakışan bir şekilde adadaki insanlıktan uzak yapılardı. Uzun zamandır insan eli değmeyen evler eskimiş ve sarmaşıklarla kaplanmışlardı. Tüm bu evlerin ötesinde ise büyükçe bir malikane vardı. Bu malikanede diğerlerinden farksız bir şekilde sarmaşıklarla kaplıydı ve muhtemelen sözde tanrılarımız oradaydı. Malikanenin dibine geldiğimde bir an yutkundum. Bakışlarım büyüdü, kalbim hayatında hiç atmadığı kadar hızlı atmaya başladı. Malikanenin sağ ve sol tarafında duran, devasa Ejderhalar... Ne Koramiral Dios, nede içerideki sözde tanrılar... Karşımda hayatımın anlamını taşıyan iki tane ejderha duruyordu. Biri beyazdı ve ağzından beyaz bir ateş soluyordu. Diğeri ise mordu. Ağzından rengi gibi mor alev soluyordu. Çok fazla korkutucu ve mistik görünmelerine rağmen heyecandan kıpır kıpır olmuştum yine. Tüm o kasvetim dağılmış ve yüzümü şaşkınlık ile gülümseme arası tuhaf bir ifade kaplamıştı.
Herkes içeriye doğru usulca ejderhaların arasında geçip giderken ben durdum. Olduğum yerde hayatımın amacını süsleyen bu iki mistik yarattığı süzdüm. Usulca ejderhalardan beyaz olanına yaklaştım ve çekinerek pullarına dokunmak için yavaş yavaş elimi uzattım. Eğer kafama ateş üflemek ya da kafamı kopartmak gibi bir harekette bulunmazsa: "Siz gerçekten Ejderha mısınız?" diye soracaktım çocukçu bir heyecanla. İçerideki kutsal ejderler gram sikimde değildi şu saatten sonra, önce bu müthiş yaratıklarla sohbet edecektim. En azından çalışacaktım, nokta! Bu arada bu ejderlerden niye daha önce kimse bahsetmedi?
Zachariah- Mesaj Sayısı : 111
Kayıt tarihi : 22/01/16
Nerden : Logetown
Geri: Futatsu No Kingu[Zac-Meirin-Ayberk]
Adını oldukça beğendiğim bu kitabın tam bana göre olduğunu düşündüm. Büyük bir heyecanla açtım kapağını fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Bütün kitap boyunca Ejderler birer Tanrı gibi gösterilmiş. Yanlış anlamayın, eski Ejderlere saygım büyük. Hatta onlara 'Tanrı' lakabı verilebilir. Sonuçta şuan üstünde yaşadığımız dünyayı inşaa edenler onlar. Fakat şu anki Ejderler bu lakabı hak etmiyor. Bu güne kadar ne yaptılar? Götlerini denizcilere dayayıp rahat rahat yaşıyorlar. Bu rahat yaşantıları, eskiden zorluk çekmiş atalarına birer hakarettir.
Kitaptan kafamı kaldırdığımda görev vaktinin geldiğini anladım. Önümde zor ama kazançlı bir görev beni bekliyordu. Eğer bu görevi ölmeden bitirebilirsem büyük ihtimalle beni Teğmen falan yaparlar. Tabii gözlerine girmem lazım, fakat bir aksiyon çıkacağını sanmıyorum. Bu güçsüz denizde hangi insan Ejderlere saldıracak kadar aptal olabilir ki? Hem de yanlarında bir Koramiral varken. Neyse, fazla vaktim yok o yüzden hazırlanmaya başlamalıyım...
Hazırlıklarımı bitirdikten sonra limana doğru yol aldım. Limanda tam da düşündüğüm gibi bir gemi bizi bekliyordu. Tam da görevimize yakışan bir gemiydi. Eskiden çalıştığım gemiden çok daha büyük ve güçlüydü. Koskoca Ejderler gelmiş, bize dandik bir gemi verecek halleri yok zaten. Gemiye bindiğimde Utangaç Teğmen ve bir kadın rota hakkında konuşuyorlardı. Teğmen kadının önerdiği rotayı kabul etmişti ve yola çıkmıştık.
...
Dana gibi yatmışım. Valla bi kafayı vurdum, sabaha anca kalktım. Uyandığımda direk denizci kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Ardından güverteye doğru ilerlemeye başladım. Kafamı güverteye çıkarır çıkarmaz sağ tarafımdaki devasa gemiyi fark ettim. İlk kez bu kadar iyi ve büyük bir gemi görüyorum. Tam da Ejderlerin makamına yaraşır bir gemi.
Devasa gemiden siyah kanatlı, kırmızı gözlü bir adam süzülerek gemimize indi. Güvertedeki ayak takımının korktuğu belli oluyordu. Benimse hoşuma gitti. Benim hayalim de bu adam kadar havalı ve güçlü bir denizci olmak zaten. Düşünsene altın kanatlarla gemiye iniyorum. Ne havam olurdu lan! Tamam, ikinci hedefimi buldum! Altın meyvesi bulacağım! Öyle bir meyve yoksa ortaya çıkana kadar bekleyeceğim, tabii ömrüm yeterse.
Kanatlı eleman aşağıya indikten sonra Utangaç Teğmen'e ufak bir konuşma yapmıştı. Ben hayallere daldığım için sadece son kısmını duymuştum. Malikaneye gidip saygılarımızı sunmamızı istemişti, daha doğrusu emretmişti. Bizde onu takip ederek malikaneye doğru ilerlemeye başladık.
Malikaneye vardığımızda içimde ufak bir korku vardı. Eğer Ejderler, küçükken abilerimin anlattığı gibi küstah, bencil insanlarsa kellemden olabilirim. Her insanın sabrının bir sınırı var. Bir yerden sonra insan dayanamayıp kontrolünü kaybedebiliyor. Fakat bugün daha önce hiç olmadığım kadar sabırlı olmaya çalışacağım. Ölmek istemiyorum, daha çok gencim. Daha gerçekleştirecek hayallerim var lan benim!
Malikaneye vardığımızda beni şok eden bir manzarayla karşılaştım. Karşımda iki tane GERÇEK Ejderha vardı! Bu yaratıkların var olduklarını bile bilmiyordum! Gerçekten Ejderhalar varmış! Kendime bir ejderha yakalayacağım! Ejderhaya altın bir zırh çektim mi ne havalı gözükür amk! Belki altın rengi ejderha vardır lan! Artık bir hedefim daha var, altın renkli ejderha yakalamak. Ne zaman gerçekleştiririm bilmiyorum ama elbet gerçekleştireceğim. Sonuçta gencim, ömrüm uzun.
Zac ejderhalardan oldukça etkilenmiş olmalı. Heyecanlı bir şekilde ejderhaların yanına gidip onlara saçma bir soru sormuştu. Tabii ki hiç siklemeden yoluma devam ettim. Şuan bu iki sikik ejderhadan daha önemli bir görevimiz var. Dios'un peşinden şık bir malikaneye girmiştik. Bize salona kadar eşlik etmiş ve beklememizi söylemişti. Ben de tabii ki ayakta, hiçbir şey yapmadan beklemeye başladım. Eğer olurda Ejderler gelirse suratlarına bakmaksınız anında dizlerimin üstüne çökeceğim.
Kitaptan kafamı kaldırdığımda görev vaktinin geldiğini anladım. Önümde zor ama kazançlı bir görev beni bekliyordu. Eğer bu görevi ölmeden bitirebilirsem büyük ihtimalle beni Teğmen falan yaparlar. Tabii gözlerine girmem lazım, fakat bir aksiyon çıkacağını sanmıyorum. Bu güçsüz denizde hangi insan Ejderlere saldıracak kadar aptal olabilir ki? Hem de yanlarında bir Koramiral varken. Neyse, fazla vaktim yok o yüzden hazırlanmaya başlamalıyım...
Hazırlıklarımı bitirdikten sonra limana doğru yol aldım. Limanda tam da düşündüğüm gibi bir gemi bizi bekliyordu. Tam da görevimize yakışan bir gemiydi. Eskiden çalıştığım gemiden çok daha büyük ve güçlüydü. Koskoca Ejderler gelmiş, bize dandik bir gemi verecek halleri yok zaten. Gemiye bindiğimde Utangaç Teğmen ve bir kadın rota hakkında konuşuyorlardı. Teğmen kadının önerdiği rotayı kabul etmişti ve yola çıkmıştık.
...
Dana gibi yatmışım. Valla bi kafayı vurdum, sabaha anca kalktım. Uyandığımda direk denizci kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Ardından güverteye doğru ilerlemeye başladım. Kafamı güverteye çıkarır çıkarmaz sağ tarafımdaki devasa gemiyi fark ettim. İlk kez bu kadar iyi ve büyük bir gemi görüyorum. Tam da Ejderlerin makamına yaraşır bir gemi.
Devasa gemiden siyah kanatlı, kırmızı gözlü bir adam süzülerek gemimize indi. Güvertedeki ayak takımının korktuğu belli oluyordu. Benimse hoşuma gitti. Benim hayalim de bu adam kadar havalı ve güçlü bir denizci olmak zaten. Düşünsene altın kanatlarla gemiye iniyorum. Ne havam olurdu lan! Tamam, ikinci hedefimi buldum! Altın meyvesi bulacağım! Öyle bir meyve yoksa ortaya çıkana kadar bekleyeceğim, tabii ömrüm yeterse.
Kanatlı eleman aşağıya indikten sonra Utangaç Teğmen'e ufak bir konuşma yapmıştı. Ben hayallere daldığım için sadece son kısmını duymuştum. Malikaneye gidip saygılarımızı sunmamızı istemişti, daha doğrusu emretmişti. Bizde onu takip ederek malikaneye doğru ilerlemeye başladık.
Malikaneye vardığımızda içimde ufak bir korku vardı. Eğer Ejderler, küçükken abilerimin anlattığı gibi küstah, bencil insanlarsa kellemden olabilirim. Her insanın sabrının bir sınırı var. Bir yerden sonra insan dayanamayıp kontrolünü kaybedebiliyor. Fakat bugün daha önce hiç olmadığım kadar sabırlı olmaya çalışacağım. Ölmek istemiyorum, daha çok gencim. Daha gerçekleştirecek hayallerim var lan benim!
Malikaneye vardığımızda beni şok eden bir manzarayla karşılaştım. Karşımda iki tane GERÇEK Ejderha vardı! Bu yaratıkların var olduklarını bile bilmiyordum! Gerçekten Ejderhalar varmış! Kendime bir ejderha yakalayacağım! Ejderhaya altın bir zırh çektim mi ne havalı gözükür amk! Belki altın rengi ejderha vardır lan! Artık bir hedefim daha var, altın renkli ejderha yakalamak. Ne zaman gerçekleştiririm bilmiyorum ama elbet gerçekleştireceğim. Sonuçta gencim, ömrüm uzun.
Zac ejderhalardan oldukça etkilenmiş olmalı. Heyecanlı bir şekilde ejderhaların yanına gidip onlara saçma bir soru sormuştu. Tabii ki hiç siklemeden yoluma devam ettim. Şuan bu iki sikik ejderhadan daha önemli bir görevimiz var. Dios'un peşinden şık bir malikaneye girmiştik. Bize salona kadar eşlik etmiş ve beklememizi söylemişti. Ben de tabii ki ayakta, hiçbir şey yapmadan beklemeye başladım. Eğer olurda Ejderler gelirse suratlarına bakmaksınız anında dizlerimin üstüne çökeceğim.
Misafir- Misafir
2 sayfadaki 8 sayfası • 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8
Similar topics
» Kingu no Korosu-Zan'nin'na Shimei/Meirin-Ayberk-Zac
» A GRUBU(VINCE-MEIRIN-CLOUS-AYBERK-NIENDA)
» Valko Adası[Meirin][Bitti]
» [Karne] Meirin
» Ayberk Çırak
» A GRUBU(VINCE-MEIRIN-CLOUS-AYBERK-NIENDA)
» Valko Adası[Meirin][Bitti]
» [Karne] Meirin
» Ayberk Çırak
One Piece Rpg :: 4 Deniz Rp :: East Blue
2 sayfadaki 8 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz